Doğduğum yıllarda İzmir’de bir adam, ağlaya ağlaya vaazlar vermeye başlamıştı. Bu “ağlayan” kişi; Fetullah “Gülen”di. İsmin...

Doğduğum yıllarda İzmir’de bir adam, ağlaya ağlaya vaazlar vermeye başlamıştı. Bu “ağlayan” kişi; Fetullah “Gülen”di. İsmin tatlı paradoksu, Cahillik bilgeliktir, savaş barıştır, cesaret korkaklıktır diyen George Orwell’ı destekler gibiydi.
Fetullah Hoca’nın isminin Bursa’daki küçük kulaklarıma kadar gelmesi için 10 yaşına basmam gerekti. O tarihlerde bizim mahallede ne kadar sahtekar adam varsa Adıyaman’daki bir hocanın eteğini öpüp tövbe ediyordu. Adıyamanlı Hoca’nın namı büyük de olsa Fetullah ismi de duyulmaya başlanmıştı.
Fetullah Hoca benimle birlikte büyüdü.
Kayseri Fen Lisesi’ni kazandım. O zamanlar bu okullardan iki üç tane vardı. Okulda gizli gizli Ey Özgürlük, Şafak Türküsü, Parka şarkılarını dinlediğimiz günlerdi.
Bir gün Fetullah Hoca ile adlı adınca tanıştık: “Fetullah Hoca’ya büyük saygı duyan” öğretmenimiz bize karşımızdaki Erciyes Dağı’nı gösterdi. “Sizin göreviniz” dedi. “Bu dağın tepesinde çıkmak ve oradaki Darwin eşeğini tekmeyle aşağı yuvarlamaktır.”
Fen Lisesi’nde oluşumuzun nedeni buydu. Türkiye’nin en zeki gençleriydik, seçilmiş insanlardık. Bu görevi yerine getirmeye mecburduk... Allah’tan Kayseri gibi mübarek bir şehre gelmiştik. Durumu olmayan arkadaşlarımıza yardım etmeye hazır çok sayıda abi vardı burada... İstersek bir haftasonu onlarla tanışmamızı sağlayabilirdi hocamız.
Ben gitmedim ama o buluşmalara giden arkadaşlarımız oldu. Yedikleri harika yemekleri iştahla anlattılar. “Tıpkı anne yemeği gibi. Ama daha lezzetli” demişti bir arkadaşım. Okuduğum okulun Atatürk resimleriyle dolu fakir yemekhanesinden nefret ettiğimi ve “şakadan bile olsa” bir gün arkadaşlarıma katılmak istediğimi hatırlıyorum.
Neyse ki zihnimde şarkılarım vardı. Zülfü Livaneli, Ahmet Kaya, Cem Karaca ve Yeni Türkü beni sımsıkı tuttu. O güzel yemekleri hiç yiyemedim. Yiyen arkadaşlarımın bir kısmı ziyafetlerle dolu bir hayat yaşadılar, hala da yaşıyorlar; afiyet olsun hepsine.
Erkan isimli bilge bir delikanlı tanıyorum. Geçenlerde bana Türkiye’de köşeyi dönmenin en kolay yolunu anlattı.
“Hemen cübbenizi giyin ve ekonomisi hızla gelişen bir şehrimizin; esnaf mahallesindeki bir camiye gidip gelmeye başlayın. Bir yıl boyunca kimseyle konuşmayın. Bu arada birkaç kitap okuyun. Ama kimseyle uzun boylu tartışmaya girmeyin. Zorda kaldıkça ağlayın ama asla, asla ve asla, hatta bin kere asla sakın gülmeyin. Birinci yılın sonuda 8 yaşında bir çocuğun bile akıl edebileceği türden basit ahlak öğütlerini sağınızda solunda toplanan kişilere anlatın. Parası bol olanlardan birine, en fakir olanın hayta oğlunu işe almasını rica edin. Böyle böyle 5 yıl geçsin... 5 yılın sonunda her seçim zamanı kapınızda 100 tane kara Mercedes’in beklediği, herkesin hürmet ettiği; hürmet etmeyenlere haddinin hemen bildirildiği çok kıymetli bir insan haline gelirsiniz... Maliyeti sadece beş yıl sabretmek olan, dünyanın en kazançlı işi; öyle değil mi?”
Kapıda bekleyen siyah Mercedesler fikri, 25 yıl önceki yemekler gibi bir etki yaptı kafamda. Zihnimin sesini dinledim; Hadise’nin şarkısından başka bir şey yok. “Kim tutar seni?” diye sormama gerek bile kalmadı.
Bu öneriyi anlattığım solcu bir arkadaşım itiraz etti. “5 yıl çok uzun süre. Olacak iş mi?” Arkadaşımı son 20 yıldır her akşamını geçirdiği kahvehanede, okey masasında bırakıp gittim.
Ben 1971 yılında doğdum. Hoca Hazretleri de aynı tarihlerde İzmir’den doğmaya başladı.
Mahir, Hüseyin, Ulaş ve Deniz aynı tarihlerde öldüler. O günden beri öldürülen ve kendini öldüren delikanlının hesabı tutulmaz.
Ahmet Kaya’yı biraz biz öldürdük, Zülfü Livaneli’ye ne zamandır ölü muamelesi yapıyoruz. Sahi Yeni Türkü yaşıyor mu?
Elimizdeki tüm değerleri yok etmekte üstümüze yok.
Ölümü, yenikliği, duvara karşı gitmeyi kutsayan Sonbahar filmini coşkun bir şekilde alkışladık. Kimsenin aklına bir soru sormak bile gelmedi.
Zaten kimsenin aklına; Türkiye’deki başarılı modelleri analiz etmek, ders çıkartmak; sistemli bir gelecek planı oluşturmak, çocuklara ve gençlere seslenmek de gelmiyor. Erbakan’ın söylemiyle “Bunlar hep fasa fiso”
Ölümü alkışlamakla avunuyoruz. Biz ölümü neden bu kadar seviyoruz?
Haziranda ölmek zor.
Hep ağlayan bir insanın “Gülen” ismini taşıması gibi; Orwell burada da haklı olabilir.
Çalışmak, üretmek, yeni nesillere seslenmek, taş taş üstüne koymak, sebat etmek; kısaca yaşamak; yaşamaya tutunmak, haziranda ölmekten zor olmasın sakın?
Fasa fiso, belki en önemli konudur.
Zor dediğimiz şey de, belki en kolay olandır.
Ne dersiniz?