Polis deyince aklımıza gelen şeyin neredeyse tam tersi Nidal. O bir “Görünmez Polis”. Hem var, hem de yok. Hem bir düzen adamı, hem de bir direnişçi

TRT Belgesel Günleri meraklısına ulaşan, çok da ilgi gören, alanında oldukça iddialı ve büyük bir festival. Bunu bu yıl fark ettiğimde biraz da şaşırdığımı söylemeliyim çünkü festivalden bugüne kadar pek bilgi akış olmadı, en azından bana yönelik. Ya da büyüklüğünü fark ettirecek derecede bir bilgi akışı olmadı diyelim.

Festivalde tek bir film izledim: Adaşım Laith Al-Juneidi’nin (el-Cüneydi) Görünmez Polis adlı filmi. 
Görünmez Polis, Nidal adlı Filistinli bir Arap polisin hayatına odaklanıyor. Polis deyince bir otorite figürü anlıyoruz. Polis başkalarının can ve mal güvenliğini korumaktan sorumludur. Birisi evinizin güvenliğini tehdit ederse aklınıza ilk gelecek kişi polistir. Ama söz konusu olan Filistinde bir Arap polis olunca işler çok farklı oluyor. Polis Nidal, El-Halil (Hebron) kentinde yaşıyor. El-Halil (Hebron) Oslo anlaşmasına göre Arap ve Yahudi bölgeleri olarak ikiye ayrılmış. Ama El-Cüneydi sohbetimizde bu durumun fiilen geçerliliğini kaybettiğini, Yahudi yerleşimlerinin şehrin hemen hemen her yerine yayıldığını söyledi. Nidal, son kalan Arap yerleşimlerinden birinde Yahudi yerleşimcilere komşu olarak yaşıyor. Bu hayatının tehdit altında olduğu anlamına geliyor. Arapları bölgeden kaçırmak isteyen Yahudi yerleşimciler ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Nidal’in evi yakılıyor. Nidal’in evine gaz bombası atılıyor. Nidal’in iki çocuğu bu saldırıların doğrudan ve dolaylı etkilerinden ölüyorlar. Nidal’in çok çocuğu var, film çekilirken karısı onuncu çocuklarına gebeymiş. Filistin’de genç olmak demek, sorunlardan en çok etkilenmek demek. Nidal’in ölen çocuklarının dışında psikolojik bozukluk yaşayan çocukları da var. Erkek çocuklardan birisi, küçükken ne zaman farklı dilde konuşan birisini duysa, İsrail askerleriyle karşılaştığı korkusuyla paniğe kapılıp, başını duvarlara vurmaya başlıyormuş. Psikolojik tedavi sayesinde iyileşmiş ve beyin kanamasından ölmekten kurtulmuş neyse ki. Nidal’in küçük bir kızı ise konuşmayı reddediyor. Elliye yakın İsrail polisi evlerini basıp 13 yaşındaki ablasını tutukladıktan sonra, konuşmaktan vazgeçmiş küçük kız. Filmin çekildiği dönemde Nidal’in bir oğlu da polise taş atmaktan dolayı hapisteydi. Neyse ki, tazminatı ödendi ve çıktı.

HER YERDE OTORİTE SİMGESİ SİLAHLAR
İşte böylesine garip, paradoksal bir durum Nidal ve ailesinin yaşadıkları. Nidal bir yandan düzen ve intizam sağlamaya çalışıyor, bir yanda da düzen onun ve ailesinin hayatını cehenneme çeviriyor. Nidal bir yandan suçluları hapse atıyor, diğer yandan “taş atan” oğlunu hapisten kurtarmaya çalışıyor. Nidal’in polisliği zaten belirli bölgeler dışında geçmiyor. Yahudi yerleşim alanlarına girdiğinde apoletlerini, polis olduğunu gösteren bütün işaretleri sökmek zorunda. Tabii ki tersi geçerli değil, İsrail polis ve askeri her yerde egemen ve her yerde otorite simgeleriyle ve silahlarıyla dolaşabiliyorlar.
Nidal, sadece zor koşullar altında ailesini korumak için mücadele etmiyor, Arapların mevzi kaybetmemesi için de çok özverili bir mücadele sürdürüyor. İsrailli Yahudi yerleşimciler Nidal’i zorla evinden uzaklaştıramayınca, dayanılması zor parasal tekliflerde bulunuyorlar. Nidal, bir türlü kontağı basmayan arabasıyla ve bütün yoksulluğuyla direniyor. Eğer evimi terk edersem, gelecek kuşaklara nasıl hesap veririm diye düşünüyor. Nidal, polis deyince aklımıza gelen şeyin neredeyse tam tersi. Zaten filmin adı da onun bu güçlü/ güçsüz halini anlatıyor. O bir “Görünmez Polis”. Hem var, hem de yok. Hem bir düzen adamı, hem de bir direnişçi.
El-Cüneydi (Al-Juneidi) Filistin halkının dramını anlatan etkileyici belgeseller zincirine çok başarılı bir halka eklemiş “Görünmez Polis”le.

***

Seyfi…

Spot: Seyfi evi ile işi arasında gidip gelirken, ölüyor. Berbat trafik yüzünden ölüyor. Seyfi’ye çarpan aracın şoförü, aniden en sol şeritten en sağ şeride geçiyor çünkü sağda bir sapak var. Neden daha önce sağ şeride geçmemiş bilmiyoruz

Seyfi’yi öldüren çarpma nasıl oldu, sizinle paylaşmak istiyorum önce çünkü yanlış bazı senaryolar dolaşıyor ortalıkta. Seyfi’nin kullandığı “motosiklet” bir Vespa.  Vespa, sürat ve macera meraklılarının kullandığı bir motosiklet türü değildir. Vespa şehir içinde pratik olduğu için tercih edilen bir araçtır. İşiniz gereği şehir içinde çok dolaşıyorsanız ve berbat trafikte saatlerinizi kaybetmek istemiyorsanız, mantıklı görünen bir tercihtir. Vespa kullanan başka arkadaşlarım da var. Hepsi de işlerini zamanında yapabilmek için bu aracı tercih ediyor.

BU KAZA BİLDİĞİNİZ GİBİ DEĞİL
Seyfi’ye öğleden sonra 4 sularında bir otomobil arkadan çarpıyor. Bazen yazıldığı gibi, Seyfi akşam vakti doğum günü kutlamasından dönerken kaza yapmıyor. Bu senaryo akla hemen Seyfi’nin alkollü olma ihtimalini getiriyor ama böyle bir şey yok. Seyfi evi ile işi arasında gidip gelirken, ölüyor. Berbat trafik yüzünden ölüyor. Seyfi’ye çarpan aracın şoförü, aniden en sol şeritten en sağ şeride geçiyor çünkü sağda bir sapak var. Neden daha önce sağ şeride geçmemiş bilmiyoruz. E-5 gibi bir yolda, trafiğin en yoğun olduğu saatlerde hızla 3 şerit birden değiştirip, hiçbir araca çarpmazsanız sürpriz olur. Sürpriz olmuyor. Otomobil, Seyfi’nin Vespa’sına arkadan çarpıyor, düşen Seyfi’ye bir başka araç daha çarpıyor.
 
Seyfi, bütün önlemlerini almış, kaskını takmış, sağ şeritten makul bir hızla giderken ölüyor yani. Çünkü TEM ve E-5 potansiyel katillerle dolu yollar; çünkü bu yollarda slalom yaparak araç kullananlara her zaman rastlanır. Ve bunlara karşı hiçbir önlem alınmaz. Bu nedenlerle de Türkiye trafik kazalarında başı çeker birçok kategoride. Eğer, Seyfi’yi neyin ve kimin öldürdüğünü arıyorsanız, trafiği adam etmekle pek de uğraşmayan devleti hesaba katmanız gerekir. Motosiklet kullanmanın doğal sonucu ölmekse motosiklet kullanımı yasaklansın. Ama öyle olmamalı değil mi? Fakat motosiklet kullanmanın doğal sonucu ölmekmiş gibi görülüyor. Bunu çok kişiden duydum. Çok haksız da sayılmazlar, hemen hemen her motosiklet kullanan bir gün kötü bir kaza yaşıyor. Ama bu kazalara motosiklet şoförlerinden çok, kötü araba kullananlar neden oluyor. Bir de işyerlerinin baskısıyla, manyak gibi motor kullanan kuryeler var ki, o apayrı bir mesele.

DERİN, KARMAŞIK VE DÜNYALIYDI…
Seyfi iş yapmaya yönelik bir insandı. Bunu onu görür görmez anlamak mümkündü. Boşa harcayacak zamanı olmayan insanlardandı. Hayata değer veren zamanına değer verir. Seyfi sanki, yaşadığı her ortamın en iyi özelliklerini bünyesinde toplamış gibiydi. Kayserili kökeni de üzerinde görülüyordu, Boğaziçili, Lodzlu (Polonya’daki okuduğu sinema okulun bulunduğu kent, Vuç okunuyor) hayatı da. Basit, yalın ve yerel; derin, karmaşık ve dünyalıydı. Ama hiçbir şekilde kendini beğenmiş değildi. Bireydi ama bireyci değildi. Kolektivistti, yardımseverdi. Birlikte hareket etmeyi, birlikte üretmeyi severdi. “Bizim Büyük Çaresizliğimiz”in senaryosunun aşamalarını bana da okutmuş, fikrimi sormuştu. Doğrusu, senaryodaki filmi görememiştim. Kitaptakini ise hiç görmemiştim zaten. Ona pek bir faydam dokunmamıştı. Seyfi, Yeni Sinema çevresinin de öncüsüydü. Genç sinemacılar düzenli bir şekilde toplanıyor, Türk sinemasının sorunlarına çare arayabiliyorlarsa, bunu Seyfi’nin öderliğiyle yapıyorlardı büyük ölçüde. Hayatı içinden dönüştüren bir politiklikti onunki; eğer politik biri gibi algılanmamışsa diye yazıyorum bunu. Kolektivizmi, kolektif sözünü kullanmadan hayata geçiriyordu.

O, EKTİĞİNİ BİÇTİ
Bu kolektifliği Seyfi’nin çevresinde de görmek mümkün. Seyfi kaza geçirir geçirmez müthiş bir dayanışma başladı. Bulut Film, ve Altyazı’dakiler başta olmak üzere arkadaşları onu bir an bile yalnız bırakmadılar. Nöbetleşe başında durdular. İsim yazmak istiyorum bir yandan, bir yandan da birisini eksik bırakırsam çok ayıp olur diye duraksıyorum. Seyfi ektiğini biçti, bir sevgi çemberi içinde uğurlandı. Ne mutlu o anneye ve babaya ki böyle bir evlat yetiştirmişler. Ne mutlu ki Ayşegül’e böyle bir adamı eş olarak almış. Ne mutlu bize ki Seyfi’yi tanıdık.   
Seyfi üç filmle sinemaya damgasını vurdu. Dünya sinemasının önde gelen yönetmenlerindendi (bir kariyerine bakın, abartmadığımı görürsünüz) ve daha 35 yaşındaydı.