Yazar Alfred Döblin, Berlin-Aleksander Meydanı’nı 1929 yılında, nasyonal sosyalistlerin iktidara gelmesinden dört yıl önce, sonraki olayların henüz öngörülemediği bir dönemde yayımlamıştı

Franz Biberkopf’un yenilgisi ve arınması

ACHIM WAGNER

Yazar Alfred Döblin, romanının kahramanı Franz Biberkopf’u 1920’li yılların Berlin’ine gönderir. Franz Biberkopf kıskançlık yüzünden kız arkadaşını öldürmüş, dört yılını hapiste geçirmiştir. Eskiden işçi olan Biberkopf hapishaneden çıktıktan sonra kendine yeni bir hayat kurmaya çalışır ve Berlin’in Mitte semtindeki işlek Alexander meydanında sokak satıcılığı yapmaya başlar.

Franz Biberkopf’un hikâyesi, o dönemde bir çığır açan ve daha sonra Almanca edebiyatın gelişimine önemli etkilerde bulunan edebi tekniklerle anlatılır. Alfred Döblin, güncel hava durumu haberleri ya da dönemin popüler şarkılarının sözleri gibi sıradan unsurlardan yararlanır ve bunları dünya edebiyatının klasik eserlerinden pastişlerle birleştirir. Roman boyunca süregiden bu montajların sokak diliyle de harmanlanması, romanın en başından beri temelini oluşturan ve okura doğrudan olayların içinde olduğu duygusunu veren eşsiz ve çarpıcı bir şiirsel dil yaratır.


Franz Biberkopf’un hapisten çıktıktan sonra karşılaştığı Berlin, onun bildiği Berlin değildir artık. Eski mahkûm günlük yaşamdaki değişimler karşısında alt üst olur ve bunlarla baş edemeyerek toplumun dışında kalır. Gelişmiş bir siyasi bilinçten yoksun olsa da, sokak hayatında giderek daha çok göze çarpan nasyonal sosyalist harekete sempati duymaya başlar; ülkenin kaosa sürüklenme tehdidiyle karşı karşıya olduğu bu dönemde onların düzeni sağlayacağını ümit etmektedir. Romanda bununla ilgili bölümde de görüldüğü gibi, önemli olayların nispeten dar bir çevrenin, eski bir mahallenin merceğinden yansıtılarak anlatılması, Berlin-Aleksander Meydanı’nın güçlü yönlerinden biridir. Biberkopf nasyonal sosyalistlere bel bağladığı için Alexander meydanında onların gazetelerini satar, daha sonra bir meyhanede onunla dalga geçen birkaç solcu tarafından tartaklanır. Aynı günün akşamı yine o meyhanede Biberkopf ile solcular arasında çıkan tartışmanın yumruklaşmaya dönüşmesine ramak kalır. Döblin burada 1920’lerin sonlarındaki Berlin’de yaşanan siyasi olayların bir portresini çizer. Kamusal hayata giderek daha çok yansıyan gerilimlerle birlikte (bunlar 1930’lu yılların başında iyice tırmanarak sendikacılar, sosyalistler, komünistler ile nasyonal sosyalistlerin örgütlediği paramiliter gruplar arasındaki sokak çatışmalarına dönüşecektir), aslında daha ziyade sosyal demokrat, sosyalist ya da komünistlerin tarafında yer almaları beklenen alt orta sınıf ve yoksul tabakaların nasyonal sosyalistlere verdiği desteğin sürekli artmasını da anlatır.
Berlin-Aleksander Meydanı (S. Fischer Verlag tarafından) 1929’da, nasyonal sosyalistlerin iktidara gelmesinden dört yıl önce, sonraki olayların henüz öngörülemediği bir dönemde yayımlanmıştı. O yıllarda nasyonal sosyalistlerin kitle tabanı, Weimar Cumhuriyeti’nin demokrasisi için büyük bir tehdit oluşturacak kadar geniş olmasa da, Döblin bütün bu olayların nereye varabileceğini en başından beri kestirmiş olmalı. Bir mezbahadaki olaylar -dil açısından da inanılmaz yoğunlukta bir bölümdür bu ve roman sırf bunun için bile dünya edebiyatının şahaserleri arasında yer almayı hak etmiştir- Döblin tarafından ilk başta büyük şehrin acımasızlığını, Franz Biberkopf’un, İncil’deki Eyüb gibi dayanılmaz acılara maruz kaldığını anlatmak için kurgulanmıştı. Şimdi dönüp geriye baktığımızda bu betimlemeler, nasyonal sosyalistlerin ölüm kamplarını önceden gören apokaliptik vizyonlar gibidir.

Alfred Döblin romanını dokuz bölüme ayırır; dokuz bölüm boyunca Franz Biberkopf’un engellenemez, âdeta alnına yazılmış yenilgisi anlatılır. Biberkopf, Berlin-Mitte’deki toplum dışı insanlar arasında bile tutunamaz. Geçici işlerle geçinmeye çalışır, bir suç çetesinin içine düşer. Hayatta aldığı darbeler artık dayanılmaz boyutlara ulaşır. Bir kolunu kaybeder, gencecik kız arkadaşı öldürülür. Tekrar hapse atılır, ardından bir tımarhaneye yatırılır; tımarhanede Ölüm ve Babil Fahişesi’yle karşılaşır, sonunda da tüm günahlarından arınır.

Alfred Döblin’in daha önce sözünü ettiğimiz edebi teknikleri Almanca yazan başka önemli edebiyatçılar tarafından da benimsenip geliştirilmiştir. Bertolt Brecht, Rolf-Dieter Brinkmann ya da Heiner Müller gibi yazarlar montaj ve kolaj tekniğini çeşitli biçimlerde kullanmış ve eserlerinin bir parçası haline getirmiştir. Hayatın sıradanlıklarının metnin yapı taşları olarak kullanılması 1990’lı yılların “trash edebiyatı” gibi alt-kültür edebiyat hareketlerine de yansımıştır. Metinler arasılık bugün bir konuyu enine boyuna ele alan her yazarın başvurduğu bir tekniktir.

Büyük siyasi değişimlerin arifesinde yazılıp yayımlanan Berlin-Aleksander Meydanı romanı hem bir dönemin belgesidir, hem de edebi ve siyasi önemini günümüze kadar korumuş bir eserdir.

Romanın yazarı Alfred Döblin 1881’de Yahudi bir anne babanın oğlu olarak Stettin’de dünyaya gelir. Yahudi kökeni ve sosyalist kimliğinden ötürü kovuşturma tehlikesiyle karşı karşıya kalan Döblin nasyonal sosyalistlerin iktidara gelmesinin ardından, 1933’te Berlin’deki Reichstag yangınından bir gün sonra, önce İsviçre’ye, daha sonra da Fransa’ya iltica ederek Fransız vatandaşlığına geçer. Alman ordusu Fransa’ya girdiğinde ABD’ye kaçar. 1933’ten 1945’e kadar yazdığı eserler sürgün edebiyatı kapsamında ele alınır. İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından Alfred Döblin 1945 sonbaharında Avrupa’ya geri döner; 1946-53 yılları arasında Almanya’da yaşar ama memleketinin onun için bir daha asla eskisi gibi olamayacağını fark ederek 1953’te tekrar Fransa’ya göç eder. Uzunca bir süreden beri Parkinson hastası olan Alfred Döblin 1957’de Emmendingen’deki bir klinikte hayatını kaybeder.

Almancadan Çeviren: Zehra Aksu Yılmazer