“İnandığım yolda, bir uyurgezerin sakınmazlığı ve inadıyla yürürüm ben.”
“Benim tarihsel açıdan büyüklüğüm, sizin onayınızı gerektirmeyecek kadar açıktır.”
“Yanılmam ben. Söylediğim ve yaptığım her şey tarihtir.”
“Bana göre savaş bir oyun değildir. Generallerin bana emretmelerine izin vermem. Savaşı ben yönetirim. Saldırı için en uygun anı ben belirleyeceğim. En hayırlı an olacak bu, onu sarsılmaz bir azimle bekliyorum. Kaçırmayacağım o anı.”

Kendisini, yargı konularında da yetkili biri olarak gören bu kişi kim acaba? Ülkenin en büyük yargıcı da, mimarı da O. Sanat uzmanlık alanı. İktisat, öğretim, dış ilişkiler, propaganda, bitti mi, hayır, ama kısa keseyim siz şöyle bilin ki hemen her konuda otorite. Kimdir bu kişi? Bu arada siz kim olduğunu düşünürken unutmadan söyleyeyim: Ona karşı çıkmak demek -kendi açısından- devlete karşı işlenen bir suç anlamına geliyor.
Lafı uzatmayayım, kim olduğunu tahmin etmişsinizdir. Aklınızdan geçeni okumak benim işim değil, tahminde bulunmayacağım. Ben Hitler’den bahsediyordum. Reichstag’da bütün dünyaya karşı yaptığı bir konuşmada şunları söylerken yüzü hiç kızarmamış:
“..., Almanya’nın en yüce yargıcıydım ben.”

Dahası, kendisini Alman mimarlarının en büyüğü olarak da görmüş, çoğu zamanını yeni bina taslakları, yeni kent modelleri çizmekle geçirmiş. Meydan tasarımlarında, heykel analizlerinde, coğrafyada, bilimde usta mıydı, o kadarını bilmem, araştırsam belki bir şeyler bulabilirim ama, değer mi? İllaki uzmanlık alanıdır! Kendi katı tutumu ve acımasızlığıyla da övünmekte.

“Belki de yüzyıllardan beri, Almanya’da gelmiş geçmiş en kati tutumlu Alman’ım ben. Şimdiye kadar hiçbir Alman önderinin sahip olmadığı yetkilere sahibim. Ama hepsinden öte, kendi başarıma inanıyorum. Kayıtsız şartsız inanıyorum.”

“Ölümümden sonra, halk üzerindeki etkimi nasıl sürdüreceğimi ben bilirim. Halkın yüksekte yer alan mezarıma bakıp beni anımsayacakları, evlerinde daima benim hakkımda konuşacakları bir Führer olacağım. Yaşamım ölümle bitmeyecektir asla; tersine, o zaman başlayacaktır.”

Adını koyalım: Narsist bir kimlik... Narsisizm veya özseverlik, kişinin kendisine tapması, kaba tabirle kişinin kendisine âşık olması diye tanımlanan bir terim. Narsistler eleştirilmeye hiç gelemezler. Eleştirene düşman kesilirler. Başkalarının ne dediğinin bir önemi yoktur. Başkalarının duygularına ve acılarına anlayış göstermezler. Onlara göre bir kişi acı çekiyorsa bu onun kendi suçudur. Narsist, yalan söyler, hikâye uydurur. Ama en büyük yalanı kendinedir. Olasılıktır ki bir süre sonra attığı palavralara kendi de inanıyordur. İkili ilişkilerinde ezen ve hükmeden taraftır. Saldırgan bir kişiliği vardır. Sözel sadist de denebilir. Sürekli aşağılar, iğneler, imalarda bulunur. Sözel şiddetiyle, iktidarını korur. Her zaman küçümsediği ‘ötekiler’ olmadan ne yazık ki narsist var olamaz. Benliği hep eksiktir. Başkasını ezerek ancak kendini sevebilir. Kendini sevebilmesi için diğer insanları aşağılama ya da küçümseme zorunluluğu duyarlar. Narsistlerin içindeki canavar ona hayran kölelerle birlikte büyür. Bu nedenle “Dünya kötüyse, bu yalnızca efendilerin değil, onu besleyenlerin suçudur da.” Siyasal kulvarda bu tipleri biliyoruz. Nasıl bilmeyiz ki?

İşte bu siyasi narsistler önümüze bir menü koyuyor, ya onu ya da şunu yiyeceksin diye, yememe alternatifler arasında değil. HES, nukleer santral, üçüncü havalimanı yapılacak. Bitti. Yasa falan, o da neymiş, yalan! “Emek, Barış, Demokrasi” mitingi de neymiş, al sana!

Dayanışacağız, bu sistemden de bu sistemin narsist idarecilerinden de beklentimiz yok. Seçim arifesinde iyilikler, güzellikler, aman da aman! “Dayanışma diyorum, iyilik değil,” diyor Eduardo Galeano. İyilik aşağılar. Bir Afrika atasözü yanılmıyor;

“Alan el, veren elin her zaman altındadır.”