Çok değil, birkaç ay sonra Maltepe Camii'nin avlusunda toplandığımızda yalnızca hekimlik mesleğinin özünü devrimciliğiyle bütünleştirmeyi başarmış o ilkeli kadına veda etmiyorduk. Aynı zamanda edebiyatla ve sanatla ruhu, hekimlikle bedenleri tedavi edebileceğini düşünen, bu nedenle düşünsel dünyasında kitaplardan, müzikten uzaklaşmamış bir aydına da veda ediyorduk

Füsun Sayek anısına…

EREN AYSAN

Hekimlik insan sıcaklığıyla bütünleşirse değer kazanır. Hastanelerin soğuk, mavi, kirli odalarını içten bir gülümseme tozpembeye çevirebilir ancak. Samimi bir bakış, dokunuş, ağızdan dökülen yumuşacık sözcükler hastanın duyduğu kaygıyı dindirir. Aynı bedenindeki acıyı, sancıyı dindirdiği gibi… Bu nedenle hekimlik yalnızca vücudu bilme, tartma, aksaklıkları görme, teşhis koyma, tedavi etme birikimi değil, aynı zamanda çok karmaşık olarak nitelendirebileceğimiz insanı anlama sanatıdır da… Öte yandan “insan”ı yaşatmak için verilen büyük uğraşı, zaman zaman o büyük çabayı düşününce en “devrimci” meslek olduğu söylenebilir hekimliğin… Bu deneyimi bir de, kendi düşünsel dünyasıyla katmerliyorsa, aklını anlamayla ve öğrenmeyle donatıyorsa uğraşının doruk noktasındadır. Tıpkı Füsun Sayek gibi…

Çocukluğunda ağır bir hastalık geçirmesine rağmen, yeniden ayağa kalkmış bir dostumun, doktoru Orhan Asena’yı anlatışını hiç unutamam. Böylece Orhan Asena zihnimde yalnızca büyük bir oyun yazarı olarak değil aynı zamanda hekimliğini şefkatle birleştirmiş bir usta olarak çıkar karşıma. Yıllar sonra Füsun Sayek’in bir hastasıyla karşılaştığımda aynı coşkuyu yüzünden okumuştum… Yitirdiği hekimine duyduğu özenli saygı… Sanırım hekimliğin miraslardan biri de geride bıraktığı hastalarıdır. Sayek, göz doktoruydu. Görmenin yalnızca bakmakla değil de yürekle attığını bildiğinden sağduyu sahibiydi. İki binli yılların başında yeniden başı derde devletle girmiş, canım Eşber Yağmurdereli’nin hapisane sürecinde yanına koşanlardan biri o olmuştu.

Ceyhun Atuf Kansu’nun şiire yeni sarıldığı dönemlerde, tayin olduğu Turhal’da adı solcu – doktora çıkmıştı. O günleri Kansu’nun yakın dostu Talip Apaydın şöyle anlatıyordu: “1948’de mektuplaşmaya başlamıştık Ceyhun’la… Bana yazdığı bir mektupta yirmi sekiz çocuğun kızamıktan öldüğünü, doktor bulunamadığını yana yakıla anlatmıştı. Sonra ünlü “Kızamık Ağıdı” şiirini yazdı. Çok beğenildi o şiir, basında yankılar yaptı.” Gerçekten de “Kızamık Ağıdı”nda; “habersiz hepsi kızamıktan ve ölümden / kirli yüzlerinde açan ölümden habersiz / ve, düşmüş bir gül oluyorlar birden / bebekler ölüyor, ölümden habersiz” dizelerini yazarken artık acı çekmenin ülkenin aydınlarının yazgısı olduğunun ayrımındaydu Kansu. Bu yola girmişti bir kere… Dönüş yoktu! Çünkü yüreği insanı yalnızca yaşatmakta değil, insanın daha iyi koşullarda yaşamasını sağlamakta atmaktaydı. Ölümün, acının, hüznün, savaşın olduğu yerde değil barışın, ekmeğin, şarkının olduğu yerde… Sıvas kıyımından çok kısa bir zaman sonra babam Behçet Aysan anısına düzenlenen şiir ödülünde, Füsun Sayek’in de sahneye “savaşa hayır!” yazılı tişörtüyle çıkması işte bu nedenle aklımda ellenmeden durur! O her zamanki gibi duruşunu samimiyetle göstermiş, kürsüdeki sıcaklığıyla seyirciyi sarmıştı.

Hekimlik hastanın duyduğu güvenle bütünleşirse en talihsiz anlarda bile inanç gelişir. Sihirli bir sözcük gibi görünse de ilişkilerin belkemiğini oluşturur güven duygusu… Evde eşler arasında güven, arkadaşlıkta güven, ne zamandır zorlandığımız bir alan gibi görünen hukukta güven, toplumda güven, sokakta güven gibi… Güven duymadığınız biriyle ortaklığa girebilir misiniz? Uzun yolculuğa çıkabilir misiniz? Masanızda yer açabilir misiniz? Bir örgüt hareketinde yer alabilir misiniz?

Mesleğini insan sıcaklığıyla birleştirmiş, Anadolu’nun hüzünlü sesine hep kulak vermiş ama ondan umudunu kesmemiş, acısını, kaygısını, sevincini çevresindekilere sonsuz güven duygusuyla bütünleştirebilmiş bir aydındı Füsun Sayek… Bu nedenle Türk Tabipleri Birliği’nde konsey başkanlığı yaptığı dönemde örgütlenme bilincinin sesi oldu. 90’lı yılların ortası olmalı… Bir masada oturuyoruz… Füsun Sayek ve eşi, Ataol Behramoğlu, Şükran Kurdakul, Turgay Fişekçi, Emin Özdemir ve Ahmet Telli hatırladıklarım… Ataol Behramoğlu; “Sevgili Füsun Sayek, bir doktorun aynı zamanda iyi bir entelektüel olabildiğinin örneğisiniz.” diye konuşmaya başladığında, onun bir anda ayağa fırlayıp, “Çünkü hayattan ve sizden öğrendim. ‘Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var’ dizelerinden öğrendim” deyişini unutur muyum hiç?

Direnç sahibiydi. Türk Tabipleri Birliği tarafından düzenlenen Behçet Aysan Ödül Töreni'nin bir defaya mahsus İstanbul’da yapılması önerisini götürdüğümde sevinçle kabul etti. Hep, “daha büyük kitlelere yapacağız bir gün bu töreni” umudunu verdi. Ne yazık ki, İstanbul’daki törende artık hastaydı. Buna rağmen kalkıp gelmiş, o yolculuğu yapmayı büyük bir cesaretle göze almıştı. Artık zayıflamıştı, yüzü sanırım aldığı kemoterapi nedeniyle çökmüştü, ama gözlerindeki ışık hiç sönmemişti. Ödül sonrasındaki yemeğe kısa da olsa katıldı.

Çok değil, birkaç ay sonra Maltepe Camii'nin avlusunda toplandığımızda yalnızca hekimlik mesleğinin özünü devrimciliğiyle bütünleştirmeyi başarmış o ilkeli kadına veda etmiyorduk… Aynı zamanda edebiyatla ve sanatla ruhu, hekimlikle bedenleri tedavi edebileceğini düşünen, bu nedenle düşünsel dünyasında kitaplardan, müzikten uzaklaşmamış bir aydına da veda ediyorduk. Bir kızılderili atasözü “insan, adının anıldığı son gün ölür” der. Bu nedenle aslında vedamızı bedenlerimizin ayrı kaldığı o ıssız yıllarla tanımlamak mümkün… Yine de çok sevdiği Behçet Aysan’ın dizelerini bir kere daha fısıldayayım kulağına:

“Gökyüzüne / ve sevgilim kendine / iyi bak. / hani nerde / o kayan parlak yıldız, mavi taslak / giderken kazağını unutma sakın / ölüler de üşür, ölüler de / son konuşmamız bu, güz geldi / düştü yaprak”