Garip’in hikâyesi bu
Ümit Kaftancıoğlu.

Öztürk TATAR

Bir avuç arpa için kapı kapı dövünen yoksul, çaresiz bir ailenin çocuğu olan Garip’in hikâyesi bu. Doğumu, çocukluğu, eğitimi, yaşamı, bir Garip. Ölümü bir başka Garip. Rüzgarın esintisiyle gıcırdayan taş evlerin kapı sesini ve rüzgarın uğultusunu Prokofiyev’in ezgilerini dinler gibi dinleyen ve hayal dünyasını süsleyen bir Garip. 

Yaşamında, sanatında, başarısında kendi tırnaklarının izi ve emeği var. Tek sığındığı kapı ve onu var eden, azimli kılan Mustafa Kemal Atatürk’ün ve silah arkadaşlarının yoktan var ettikleri çağdaş Türkiye Cumhuriyeti kapısıdır. Cumhuriyet kapısı öyle bir kapıdır ki… Sahipsiz, yarınsız ve kula kul olmaktan başka çaresi olmayanlara nefes olup, hayal kurup, yaşamlarında yol alabilecekleri bir liman olmuştur.

45 yıllık yaşamında Cumhuriyet ve Anadolu kültürü boy attı içinde fersah fersah. İçinde biriken bu deryayı dışa vurmak için bıkmadan usanmadan okudu, yazdı. Adnan Binyazar’ın dediği gibi “bir kalın abdal” misali Anadolu’yu gezdi. Bir ayağı Hacı Bektaş’ta, bir ayağı Sivas Banaz’da, bir ayağı Mersin Aşıklar Bayramında, bir ayağı Trakya türkülerinde gitti geldi, “yüksek yüksek tepeler”den.  

1979 yılının son aylarında Prof. Dr. Ümit Doğanay ve Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil öldürülüyor. Kaftancıoğlu bu iki bilim adamının cenazelerinde hep ön sırada. Sonra bir yazı kaleme alıyor “Beş Kardeşin Ölümü” başlıklı. Bu iki bilim insanı için şöyle diyor: “Tabutlarını taşımaya ve mezarlarına bir avuç toprak atmaya gücüm yetmedi. İçim kaldırmadı. Yapamadım. Kara donlu, kara dinli gölgelerin karanlık kurşunlarıyla gittiler” diyor.

KARA DONLU KARA DİNLİ GÖLGELER

Cenazelerinde ön sırada olduğu Prof. Dr. Ümit Doğanay ve Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil’le aynı kaderi paylaşıyor. Yani, “Kara donlu, kara dinli gölgelerin karanlık kurşunlarıyla” O da 11 Nisan 1980’de toprağa düşüyor. 

Dede Korkut masallarında, Köroğlu destanında, Pir Sultan diyarında, Aşık Veysel’in uzun ince bir yolunda vurdular onu. Cilavuz Köy Enstitüsünün yontma taş duvarlı okulunda okuduğu dünya klasiklerinde, Evreşe’nin dar yollarında, TRT İstanbul Radyosunda yaptığı “Dilden Dile” programında, karanlıktan aydınlığa çıkmak için mücadele verdiği bir “Dönemeç”te vurdular onu.  

15 Nisan 1980 de Uğur Mumcu Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde öldürülen gazeteci, yazar ve bilim adamlarına atıfta bulunup, Kaftancıoğlu’nun ölümünü kınıyor. Mumcu yazısını şöyle bitiriyor: Çanakkale Savaşı için eski yazarlar, “oraya bir üniversite gömdük” derler. Şu beş-on yıldır, toprağa kaç üniversite gömdük, düşünsenize, yazarlar, savcılar, yargıçlar, profesörler, doçentler, doktorlar, avukatlar, erler, subaylar, polisler, komiserler, emniyet müdürleri, kimler, kimler!

1970’li yılların Kültür Bakanı Ahmet Taner Kışlalı, Ümit Kaftancıoğlu’nun kitabı Köroğlu Kolları’na önsöz yazıyor. Çok nadirdir bir Kültür Bakanının edebi dil ile bir kitaba önsöz yazması. Aradan yıllar geçiyor Ahmet Taner Kışlalı da aynı kaderi paylaşıyor. 

YARINLAR DAHA TOPRAĞA DÜŞMEDİ

Öldürüldükten sonra TRT İstanbul Radyosu’ndaki arkadaşları Ümit Kaftancıoğlu’nun oturduğu sandalyenin arkasına tükenmez kalem ile ÜMİTSİZ yazmışlar. Bir zaman sonra Turan Dursun TRT İstanbul Radyosuna sürgün geliyor. Odada Turan Dursun’a çalışacağı masa gösteriliyor. Oda içindeki çalışma arkadaşları Turan Dursun’a diyorlar ki “bu masa Ümit Kaftancıoğlu’nun masasıydı”. Turan Dursun da “ne güzel kardeşimin koltuğuna oturuyorum” diyor. Yıllar sonra Turan Dursun da aynı sonla karşılaşıyor.

Bilim ve yazın insanları “Kara donlu, kara dinli gölgelerin karanlık kurşunlarıyla” ölmüş mü sayılıyor!? Nurullah Ataç, Ahmet Haşim’i anlattığı bir yazısında, “Bir insan kendi ölümü ile değil, kendisini sevmiş yahut sadece tanımış en son insanın da toprağa düşmesiyle ölür” diyordu. Çağdaş Cumhuriyet’in çocukları, bizler, sizler ve yarınlar daha toprağa düşmedi ki…