Gâvurların or'da

ERDAL ATEŞ

O yıllar

Evimiz, Balgat Amerikan Hava Üssü’nün karşısında idi. Yolun kıyısında iki göz odalı elektriği suyu olmayan bir gecekondu. Komşularımızın birçoğunun evinde su yoktu ama elektrikleri vardı. Bizim evde gaz lambası vardı. Akşam olunca, büyük odadaki gaz lambasının fitili yakılır ve bu lamba her yere taşınırdı. Ben o zamanlar okula gitmiyordum henüz. Sabahtan akşama kadar kapının önünde toz toprağın içinde oynardım. Annem, sabahları kalkar kalkmaz evin önünü çalı süpürgesi ile süpürürdü. Ta yola kadar, o zamanlar da bu yoldan –şimdiki gibi olmasa da– yoğun taşıt geçerdi. Benim ilgimi Amerikan Hava Üssü’nün o uzun lacivert otobüs, kamyonet, ambulansları çekerdi. Tabii Üs’te görevli Amerikalıların özel otomobilleri de. Bu taşıtların hiçbiri bizde yoktu. Ne zaman yoldan Amerikalılara ait bir taşıt geçse, herkesin gözü kayardı. Hayran hayran izlerdi. İç geçirirdi. Biz mahalledekiler artık alışmıştık bu taşıtlara. Dışarıdan gelenlerin çok daha ilgisini çekerdi. Yalnızca taşıtlar mı?.. Hava Üssü’ne ait her şey.


Bu Hava Üssü ülke içinde ülke gibiydi. Balgat’ta minyatür bir Amerika. Çok sonraları, başkaları gibi, ben de kendime - ve başkalarına- soracaktım.
Amerikalılar neden buradalar? Neden bu tel örgülerin içinde?

Neden biz bu Üs’se giremiyoruz?

Niçin bizi Üs’se sokmuyorlar? Onlar Üs’sün dışına çıkabiliyorlar.

Yokluk ve varlık

Akşam olunca tel örgülerin içindeki Üs’sün yüksek direklerinden lambalar yanıyordu. Koca Üs aydınlanıyordu. Kendi evimizdeki loşluğu, karanlığı düşündüğümde ne kadar da tezatlık oluşturuyordu. O yıllarda herkes yoksuldu. Mahallemizde bir otomobili olan bile yoktu. Balgat, kışın yolları çamur, batak içinde yazın toz toprak içinde bir yerdi. Bütün gecekondu mahalleleri gibi altyapısı yoktu ve her yer çöplük yığını görünümündeydi. Amerikalılar için ne kadar da korkunçtu tüm bunlar. Yalnızca Üs’ün önündeki o yoldan yürürlerdi. Başka sokaklara girdikleri görünmemişti. Sanki onlara buralara gelmemeleri tembihlenmişti: “Siz siz olun mahalleye girmeyin. Buralar size, ailenize uygun yerler değil. Başınıza kötü şeyler gelebilir. Zaten mahallenin görünüşüne baktığınızda da bunu anlayabilirsiniz.”

Bütün mahalle çocukları yoksul ve bakımsızdı. Üstümüz başımız dökülüyordu. Elimiz yüzümüz pislik içindeydi. Yoldan geçen kimi Amerikalılar, biz çocuklara bakar, gülümserdi. Bazıları fotoğraflarımızı çekerdi. Onların çocukları ne kadar da farklıydı... Beyazların sapsarı saçlıydı çocukları. Altın gibi renkli gözlü, muhteşem giysileri vardı. Hepsi de çok temiz ve sağlıklı idi. Onlar evde beslenen bir kedi, biz ise sokak kedileriydik. Kıskanırdık onları. Bizden çekinirlerdi çocuklar, zaten yaklaşamazlardı da. Evimizin biraz ilerisinde Fethi Amcagil’in ahırı vardı. Sanırım o yıl koyunları, inekleri yoktu. Ahır boştu. İşte bu ahırı Muzaffer Amca diyeceğimiz biri tuttu. Hediyelik eşya dükkânı yaptı. Tabii Amerikalılar için. Dükkân mahalleye ayrı bir hava katmıştı. Sarı, bakır, çinko kap kacak, damarlı mermerlerden şamdanlar, işlemeli kılıçlar; yer ve duvar halıları; ahşap oyma sandıklar, heykeller; Bursa havlu ve bornozları; takılar, maskotlar...

Kısa sürede ilgi odağı oldu Muzaffer Amca’nın dükkânı. Muzaffer Amca’ya daha sonraları mahalledekiler, “Antikacı” dedi. Adı böyle kaldı. Pek konuşmayı sevmeyen, gözleri kıpır kıpır bir adamdı.

Gözlük

Bir gün, annemler, kapının önünde büyük sac leğenlerde çamaşır yıkıyorlardı. Su kazanı ha bire kaynıyordu bir köşede. Yengem de gelmişti bize. Anneme yardım ediyordu. Bir öğle vaktiydi. Sıcak bir öğle. Mevsim yazdı. Dev gibi bir zenci dikildi annemlerin başına. Kırık bir Türkçe ile “Merhaba” dedi. Nasıl da yadırgamıştım bu adamı. Daha önce böyle kara bir adam görmemiştim. Dişleri bembeyazdı. Annemgil aldırmadı. İşlerine devam ettiler. Sanırım annem alışıktı Amerikalıların uzaydan gelmişcesine bakışlarına. Adamın havalı bir güneş gözlüğü vardı. Boynunda da polaroid fotoğraf makinesi. Bu adam, çamaşır yıkayan annemlerin fotoğraflarını çekti. İki kadın utandı. Hiç bakmadılar ona. İşlerine baktılar. Bir anda evimizin önü kalabalıklaştı. Bir alay çocukla dolup taştı. Yalnızca çocuklar mı?.. Koca koca insanlar da geldiler. ABD’li siyah, fotoğraf makinesinin deklanşöre bastığında, makinenin altındaki ince bölümden; el büyüklüğünde arkası kahverengi plastik fotoğraf çıkıyordu. Jıııtt, diye. Adam fotoğrafı düşmeden alıyor havada sallıyordu. Görüntü hızla tamamlanıyordu. Bir tane de beni çekti. Sanırım yengem çekilmemi istedi. “Git seni de çeksin” demişti. Öyle hatırlıyorum. Çok heyecanlanmıştım. Hayatımda ilk kez bir makineye poz veriyordum. İlk fotoğrafım olacaktı. Taş yığınlarının olduğu yere gittim. Kalbim küt küt adıyordu. Nasıl da heyecanlıydım. Nasıl durmam gerekti?

Bilmiyordum. İki elimi iki yanıma koydum. Avuçlarımla kalçalarıma basınç yaptım. Bir asker gibi dimdik durdum. Gülmedim. O esnada o ses duyuldu: Jııı.....tt. Fotoğraf sallandı makinenin altından. Adamın yanına gittim. Bana verdi fotoğrafı. İşte artık benim de bir fotoğrafım vardı. Açık kahverenginin başat olduğu bir görüntü. O ara bir kargaşa oldu. Bizim Amerikalı bir şey arıyordu. Bir kenara koyduğu şapkasının içindeki o şaşalı güneş gözlüğünü soruyordu. El kol hareketi ile bunu anladı insanlar. Yoktu gözlük. Çalınmıştı. Adam ortalığı birbirine kattı. Bulunamadı gözlük. Çok sinirlenmişti. Belli ki pahalı bir gözlüktü. Gitti zavallı adam. Herkes çalınan gözlüğü konuştu. İki, üç gün sonra Cin Ali Bakkaliyesi’nin orada oturan bir serseride görülmüş. Havalı havalı dolaşıyormuş. Öyle dedi mahalledekiler.

Devamı sonraki haftalarda.