Üs'sün içindeki kimi Amerikalılar bizi görür ve Üs›sün polisine bildirirdi. Devriye gezen polis arabası, Üs›ten bize bakar bize gözdağı verirdi. O yaz, Amerikalı polislerle kovalamacalarımız başladı.

Gâvurların Or'da-5

Erdal Ateş

Charlie

Yaz aylarında bir şenlik yeri olurdu mahalle. Biz çocuklar, yerimizde duramaz, oradan oraya koşuştururduk. Hava Üssü, Amerikalılar mahalleye renk katardı. Bunlarla ilgili küçük bir olay olsa, tüm mahalleye yayılırdı. En yakın arkadaşlarım Zafer, Vedat, Hatay ve Metin idi. Kimi zaman biriyle kimi zaman hepsiyle birlikte zaman geçiriyordum.


O yaz, Charlie ile tanışmıştık. Bu adam, bize, bir torba dolusu yeşil tenis topu verdi. Hayatımızda ilk kez böyle bir topla tanışmıştık. Ne kadar güzel ve sağlamdı. Ama birkaç gün içinde, yerlere vura vura oynadığımız o toplar, kir pas içinde kalmıştı. Charlie’yi seviyorduk. Üs›te tenis öğretmenliği yapıyordu. Tenis hocası Charlie, diyorduk ona. Küçük bordo bir arabası vardı. Arka koltukta hep tenis raketleri olurdu. Bu adam, diğer Amerikalılar gibi değildi. Bizimle birlikte tozlu yerlere oturur, sohbet ederdi. Çoğumuzun adını biliyordu. Bize adımızla hitap etmesi hepimizin hoşuna gidiyordu. Adam yerine konulduğumuzu hissettiriyordu. Evet, Charlie’yi seviyorduk. Antikacı’ya geldiğinde, eşyalarının arabasına taşınmasında içtenlikle yardım ediyorduk. Bazen tuhaf hareketler yaparak bizi güldürüyordu. Eğlenceli biriydi bu adam.

Sürtüşmeler

Dördüncü sınıfa geçtiğim yıl, haytalıklarım da başlamıştı. Bütün arkadaşlarımın sapanı vardı. Ben de kendime bir tane yaptım. Arkadaşlarımla okuldan sonra kuş avına çıkıyorduk. Ağaçların dallarında oynaşan, o minicik serçeleri, o misket büyüklüğündeki sapan taşları ile vuruyorduk. Sonra o küçücük kafalarını elimizle koparıyorduk. Bu bana korkunç geliyordu. Sonraları yaptım. Yapmak zorunda kaldım. Kuş avlayan biri, ödlek biri olamazdı. Bu yüzden kopardım o kuş kafalarını belki de.

Sapanlar, Amerikalılarla ilk kavgalarımızı başlattı. Hava Üssü’nün Öveçler›e bakan tarafında, (Bugünkü Çetin Emeç Bulvarı) yüksek mi yüksek direkler üzerine kurulu, bir su deposu vardı. Bulvar o zamanlar toprak bir yoldu. Kışın kamyonlar, çoğu zaman o toprak yolda batar, kalırdı. Akşam bu yol ıssız olurdu. Bu bölgeye çöp, moloz yığınları dökülürdü. Bütün mahalle, dökülenlere üşüşürdü. Kavgalar olurdu bazen. Askeri kamyonlar da gelirdi. Biz çocuklar için eğlenceli olurdu onların döktükleri. Yeşil parkalar, pantolonlar; ortası pis külotlar; postallar, palaskalar… Bir de binlerce paket, hiç açılmamış filtresiz sigaralar. Paketin üzerinde, bir eli silahında diğer eli yana açılmış bir erin resmi vardı. Neden dökülürdü o sigara paketleri, bugün de hâlâ bilmiyorum. Öğrenemedim nedenini. Bu paketleri açıyor, tek tek sigaraları kırıyorduk. Bir gün ilk sigaralarımızı tüttürdük. Moloz yığınlarının üzerinde oturur, Üs›teki bir noktaya odaklanırdık. Bu, kimi zaman gür ışıklar saçan bir direğin başındaki büyük bir lamba, kimi zaman bir çöp kutusu olurdu. Sapan taşıyla bunları vurmak çok eğlenceliydi bizim için. Üs›sün içindeki kimi Amerikalılar bizi görür ve Üs›sün polisine bildirirdi. Devriye gezen polis arabası, Üs›ten bize bakar bize gözdağı verirdi. O yaz, Amerikalı polislerle kovalamacalarımız başladı. Tabii bu yüzden ailelerimizle kavgalarımız da.

Ben, bir Amerikalı ve polisler

Bir ağustos ayıydı. Antikacı’nın solundaki, Üs›sün tenis kortlarına bakan, yüksek tepede oturmuş haytalık yapıyorduk. Ben, Vedat ve Hatay. Ellerimizde plastik elektrik boruları vardı. Bu ince boruları, su deposunun çevresinde bir moloz yığınında bulmuştuk. Bunların bir ucuna, küçük kâğıt külahları sokuyorduk. Sonra borunun ucunu ağzımıza alıyor ve tüm nefesimizle, “tuh!” diyorduk. Önce Üs›ün içine atıyorduk bunları. Sonra Vedat ve Hatay, tepenin önündeki yoldan geçen Amerikalılar’ın araçlarına attılar. Çok hoşlarına gitti bu. Üs›ü bıraktılar, taşıtlara bu kâğıt mermilerden göndermeye başladılar. Birkaç arabanın açık camından içeriye girdi, şoförüne değdi bu kâğıt külahlar. Afallayıp kaldı bu mermileri yiyenler.

Hatay, “Tam kafasından vuracağım” dedi. Vedat da ona özendi. Başladılar tuh tuha. Ben öylesine üflüyordum boruya. Çoğu zaman, dilimdeki tükürükle yapıştırdığım kâğıt külah, borunun içinde açılıyor ve üfleyince olduğu yerde sıkışıyordu. Hatay, kahverengi bir Chevrolet’e nişan aldı. Kâğıt külah vınladı. Penceresi açık arabanın şoförünü vurdu. Hatay ve Vedat kahkahalar atıyordu. Araba ani bir frenle durdu. Bizi gördü arabayı süren adam. Kenara çekti arabayı. Ona bakıyorduk. Adam dışarı çıktı. Izbandut gibiydi. Üzerinde spor kıyafetleri vardı. Deli gibi bize doğru koşmaya başladı. Biz de tepeden aşağıya, mahallenin içlerine doğru seğirttik. Ayağımda terlik vardı. Tepeden inmiştik. Hatay ve Vedat sağa saptılar. Onlara yetişemedim. Ayağımdaki terliklere lanetler yağdırdım. Adam, çılgın gibi geliyordu ardımızdan. Benim peşime düştü. Tatarlar’ın bahçesine kendimi atacaktım ki yakaladı beni. Her yeri tir tir titriyordu. Aynı şekilde benim de. Ona, o külahı ben atmadığımı söyleyemedim. Söyleyemezdim. Kaçmıştım. Suçluydum. Bir şeyler söyledi anlayamadım. Bir müddet dolaştık. O gün mahallenin pazarı vardı. Demek ki günlerden cumartesiydi. Adam, yapışmış koluma bırakmıyordu. İntikam almak istiyordu. İçimden Hatay’a küfürler yağdırıyordum. Onun yerine ben yakalanmıştım. Onun suçunu ben çekecektim. Yorulmuştum. Eve doğru götürdüm adamı. Bir yandan da korkuyordum. Evdekiler ne derlerdi bana?... “Elin gâvuruna niye boruyla kâğıt attın?” diyeceklerdi. Ne cevap verecektim, bilmiyordum.

Geldik eve. Balkondaki sedirde annemgil oturuyordu. Olanları anlattım anneme. O kâğıt külahı atmadığımı söyledim. Kapının önünde köpeğimiz vardı. Mahalleden birkaç arkadaşım, köpeği Amerikalının yanına götürdü. Beni bırakmasını söylediler. Adam, kene gibi yapışmıştı koluma. Bırakmadı. Kendi kendine bir şeyler anlatmaya çalışıyordu anneme. Zavallı annem ne yapacağını bilmiyordu. Ağlamaya başlamıştım. Komşumuz Raziye Abla geldi. O biraz İngilizce biliyordu. Beni bırakmasını söyledi adama. Adam beni polise teslim edeceğini söylüyordu. Nasıl olduysa o an polis dolmuşu geldi, durdu kapımızın önünde. Ford bir dolmuş. Beni teslim etti bizim polislere Amerikalı. Küçük kardeşlerim, annem çaresiz bana bakıyorlardı. Köpeğimiz polislere havlıyordu ha bire. Bir ara beni kurtarır diye umut ettim. Ondan medet umdum. Bir köpekten. Beni savunması hoşuma gitti. Daha çok sevdim köpeğimizi. Dolmuş hareket etti. İki kişi vardı araçta. Sağda, şoförün yanında oturan polis bana döndü, “Eşşeoğlu eşşekler ne istiyorsunuz elin gâvurlarından? Anarşist misiniz siz la?”
Bir şey yapmadığımı söyledim. Ağladım. “Kim yaptı?” dedi. Arkadaşlarımı söyledim. Onların da kaçtığını. Mahallede birkaç tur attı araç. Güya suçluları arıyorlar. Şoför, “Tut şurdan bir iki kişiyi” dedi. Yoldan geçen iki genci durdurup araca aldılar. Şoförün yanındaki adam, iki genci tokatladı. İki genç korkuyla bana yaslandı. Tir tir titriyorlardı. Ağlıyorlardı. Neye uğradıklarını şaşırdılar. Niçin bu polis aracındaydılar?... Niçin dayak yiyorlardı? Büyük bir korkuyla bana baktı iki genç. Benden bir şeyler duymak istediler. Başımı öne eğdim yalnızca. İki gencin yanımda olması güç verdi bana. Zırlamayı kestim. Araç, son hızla su deposunun olduğu yere doğru seğirtti. Polisler bizi tekme tokat indirdiler.

“Hadi çekin gidin!” dediler bize.

İki genç hâlâ sersem gibiydi. Ağlıyorlardı. “Ne oldu? Ne yaptık biz?” diyorlardı kendi kendilerine. Ev geldiğimde bahçede bir alay insan vardı. Herkes bir şey soruyordu. Polislerin beni nereye götürdüğünü ve bana ne yaptıklarını merak ediyorlardı. Annem rahatlamıştı geldiğim için. Bahçenin alt tarafında, lağım çukurunun sağında, Hatay ve Vedat’ı gördüm. Pis pis sırıtıyorlardı. Ama yanıma gelemediler. Küfrettim onlara. O gün, beni yakalayan bu Amerikalıyı hiç unutamadım. Mahallenin ağzındaydı benim bu yaşadıklarım. Bir süre sonra unutuldu, gitti.