Gazeteci Tolga Şardan, BirGün'e konuştu: Kamuoyunun haber alma hakkı engelleniyor

Esat AYDIN

Saraydan, tek adamdan müteşekkil rejimin 20 yılın sonunda demokrasi içerisinde ülke yönetme ihtimali artık daha zayıf. 

Bunu öngörmek için geçmişten gelen tecrübeler var.

AKP iktidarı bir kez daha yargı kurumları arasında çıkardığı kriz ve bileşenleri arasındaki açık gizli sürtüşmeyle süreci manipüle eder konumunda…

İktidarın tercihleri doğrultusunda Türkiye'de yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı konusundaki endişelerin eklendiği en temel meselemiz olan ekonomik kriz açlık, yoksulluk, sefaletle birlikte çok ciddi bir siyasal kriz de süreklilik gösteriyor.

Yargının adil bir şekilde işlemediği ve herkesin hakkaniyetli bir yargı sürecine tabi tutulmadığı artık herkesçe malum. 

Son yıllarda Türkiye'de yargı sisteminin üzerinde siyasi aktörlerin etkisinin görünür olduğu alan ise bu ortamda yine gazeteciler ve mesleki faaliyetleri…

Bu durum, kamuoyunun tarafsız ve gerçek bilgiye erişimini ve demokratik süreçleri de olumsuz yönde etkiliyor.

Yine bu yaşananlar da adaletin objektif bir şekilde sağlanmasını engelliyor.

Biz de bu hafta Türkiye'de iktidar, yargı ve medya arasındaki ilişkilerdeki denge ve bağımsızlığın korunması ve bunlarla ilintili gelişen siyasi siyasi atmosferi “Sinan Ateş Cinayeti” başlığı yazı dizisiyle “Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Sedat Simavi Gazetecilik Ödülü’ne layık görülen Gazeteci Tolga Şardan ile konuştuk.

Yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı konusundaki endişeler göz önüne alındığında, Türk yargı sisteminin üzerinde siyasi aktörlerin etkisine dair çerçeveniz ne olurdu? Siyaset kurumu, yargı ve medya arasında güncel durum ve geçmişten gelen ilişkilerini nasıl değerlendirirsiniz?
Sağlam bir yargı sisteminin, demokratik ülkelerin vazgeçilmezi olduğunu söylemekle başlamak gerekir. Ve çok klasik bir cümle olmakla birlikte yargı, yasama ve yürütmenin denetleyicisi konumundadır. Türkiye Cumhuriyeti de kuruluşundan itibaren bu üç erk üzerine inşa edilmiştir. Bu erkler, birbirini tamamlamakla ve teoride eşit olduklarını ifade etmekle birlikte, uygulamada yargı erki her zaman diğer ikisinden bir adım önde olmuştur. Kaldı ki; yasaların ve kuralların tam anlamıyla herkese eşit biçimde uygulandığı yönetimlerde, yasama ve yürütme erklerinin yargı erkinden çekinmesine veya etkilenmesine gerek yoktur. Bu yaklaşımda yargı erki ne kadar güçlü olursa, yönetimin demokratikleşmesine o kadar önemli katkıyı verir ve demokratik yapı güçlü olur. Yargı, kanun koyucuyu değil tam tersine yasalardan ve kurallardan eşit faydalanmayı bekleyen birey ya da toplumun haklarının koruyucusu haline evrilir. 

Türkiye ölçeğinde ise, sürecin daha farklı yürüdüğünü söylemek yanlış olmaz. Özellikle çok partili yaşama geçilmesiyle birlikte, gerek sivil yargı sistemi gerekse askeri yargı dönemlerinde yasama ve yürütmenin, yargı erkinden fazlasıyla etkilendiğini ve böylelikle de demokratik bir yönetim yapısının tam anlamıyla kurulamadığını söylemek yanlış olmaz kanaatimce. 

Tabii burada aslolan sivil yönetimlerin, kendilerini denetlemekle görevli yargı erki üzerinde demokratikleşmeyi engelleyici yaklaşımlarının bulunduğunu söylemeden geçemeyiz. 
Bu coğrafyada yine çok partili hayata geçişten itibaren günümüze kadar ulaşan iktidarların yürüttükleri siyasi ve idari faaliyetlerinde, mevcut yasalar ve kurallara tam anlamıyla uyum sağlayarak ülke idaresini gerçekleştirdiklerini söyleyemeyiz. Bu çerçevede, her ne kadar yargı erki, yönetimi denetleme ve hatadan döndürme gibi görevleri bulunsa da saha pratiğinde her zaman siyasetin gölgesinde kaldı. Kimi zaman siyasi iktidara karşı yoğun muhalefet görevinde gözükse de çoğunlukla siyasi iktidarın tercihlerine göre şekillendi. Böylece “yargı bağımsızdır” cümlesi de maalesef sözde kaldı çoğunlukla. 

Bu oluşan tablonun ana ekseninde yer alan dördüncü erk ise eskinin değimiyle basın ya da günümüz tanımlamasıyla medyadır. Medyayı da küreselleşen dünya düzeninde ülke yönetimlerinin uzantısı olarak görmek ya da tanımlamak yaşamın olağan akışı içinde yer almaktadır. Oysa, basın yani medya tıpkı yargı erki gibi yönetimi diğer deyişle siyasi iktidarı kamu adına denetlemekle görevlidir. Fakat yine bugüne geldiğimizde tıpkı yargı erki gibi bağımsız olması gereken medya sektörünün de sadece Türkiye’de değil, demokratik gelişim sağlayan ülkelerde de –ülkenin sosyolojik profiline bağlı olarak– kademeli biçimde siyasi iradenin etkisi altına girdiğini görüyoruz ne yazık ki. 

Günümüzde siyaset kurumu, medya kurumları sahip, yönetici ve çalışanlarına yönelik kimi zaman ağır yaptırımlar uygulamakta. Bunun pek çok örneğini zaman içinde yaşadık. AKP’den önce örneğin 12 Eylül’den sonra tek başına iktidara gelen ANAP döneminde de şimdilerde olduğu kadar olmasa da yine yargının medya üzerinde ağırlığı vardı. Dönemin yönetimi, gerek kendisinin yönetimsel hatalarının karşılığı olan yargı kararları gerekse medyanın aleyhteki yaklaşımlarına karşı yargı şekillendirmek istedi. Bunda kısmen de başarılı oldu. Koalisyonla yönetim dönemlerinde nispeten daha ortalama bir iklim vardı. AKP döneminde hele ki son yıllarda yargının iktidar eliyle şekillendirilmesi hız kazandı. Ve iktidar bu şekillendirmenin sonucunu da günümüzdeki yargı kararlarında görüleceği üzere almakta. 

Söylediğiniz bağlamda 1990’lar ve bugünü de içine alacak şekilde siyasi yapılar, suç örgütleri ve medya arasındaki ilişki, demokratik kuralların işleyişini nasıl etkiledi ve bu etki toplumsal adaleti nasıl tehdit ediyor bugün?
Kabul etmek gerekir ki, Türkiye’de sadece 1990’lar ve sonrası değil, öncesinde de kimi siyasi kimlikler, o dönem mafya olarak tanımlanan ünlü suç örgütü liderleriyle irtibat kurmakta sakınca görmemiştir. Bunun asıl gerekçelerinden birisi toplum içinde güç kazanmak olarak değerlendirilebilir. Ayrıca, özellikle küçük yerleşim bölgelerinde, suç örgütleriyle bağlantılı olarak siyasi hareket içinde olanlar, hedef kitlesi üzerinde baskı kurmak için destek sağlamaya çalışmakta. Siyasetin finansmanını da göz ardı etmemek gerekir bu arada.

Siyasetin hele ki; kimi siyasetçilerin suç örgütleri veya liderlerine yönelik olumlu ve destekleyici yaklaşımları; suç örgütlerinin, faaliyetlerinin hedefindeki kişi/kişiler ya da kitleler üzerinde baskı oluşturmasının temelini oluşturmakta. 1990’lardan sonra Türkiye’de bunun örnekleri daha çok görülmüştür. 

Kimi zaman medyanın da desteğini alan böylesi yaklaşımlar; bazen siyasetin finansmanının sağlanması, bazen siyasilerin hedef kitlelere karşı olan güç gösterisinin inşasında, bazen devletin halkın belli kesimleri üzerinde baskı oluşturmasında, bazen de siyasetin desteğini alan suç örgütü lider veya liderlerinin deyim yerindeyse palazlanarak etki alanlarını büyütmelerine zemin hazırlamıştır. 

Aynı zamanda, palazlanarak toplum nezdinde daha fazla ve geniş karşılık bulan suç örgütleri yöneticileri çoğunlukla siyaset ve medyanın da desteğiyle, demokratik kurallar içinde çözülmesi gereken sorunların çözümünü sağlamakta. Yeraltı dünyasının diliyle “racon keserek” aslında kamu kurumlarının çözmesi gereken sorunları çözerek her defasında güçlerini pekiştirmekte. Biraz daha etki alanlarında demokratik yapılara karşı güç sahibi olmakta. 

Bilakis medyanın yaşananlara sempatik bakmasının da gelinen bu noktada günahı çoktur. Kimi medya yöneticilerinin de suç örgütleri lideri konumundaki isimlerle doğrudan ya da dolaylı bağlantı olmaları mafyanın yani suç örgütlerinin yasadışı faaliyetlerinin olağan hale dönüşmesinde etkisi olmakta. 
Suç örgütleri, siyaset, devlet yönetimi ve medyadan aldıkları destekle zaman içinde ne yazık ki kendilerini yargı erki yerine koymaktadır. Süreç, ülkede yasal olarak faaliyet yürüten adalet mekanizmasını etkisiz hale getirmekte ve zaman içinde erozyona uğramasına sebep olmakta.

Türkiye'deki siyasi atmosferde gazetecilere yönelik baskı ve tehdit ve tutuklamalardan en son nasibini alanlardan birisiniz. 

Kendi sürecinizi de değerlendirerek, baskının iktidar eliyle yargı sistemi üzerinden işletilmesinin mesleğe etkisi ve yarattığı sonuçlar konusunda nasıl bir analiz yapılabilirsiniz? Bu durum, ülkedeki yargının tarafsızlığı ve gazetecilerin ifade özgürlüğü ile yurttaşın habere erişimini nasıl etkiliyor?
Hangi siyasi ideoloji içinde olursa olsun, siyasetin, yargı erkini ifade özgürlüğünün önünde kontrol/denetim mekanizması biçiminde kullanması, kabul edilebilir bir yaklaşım değil. Tarafsız olması beklenen yargının, siyasetin işaret ettiği istikamette hareket etmesi, demokrasinin işlemesini de doğrudan etkileyen unsur şeklinde karşımıza çıkıyor çoğunlukla.
Aynı zamanda yürürlükteki yasalarla bağlayıcılığı olan halkın, kamuoyunun haber alma hakkını da derinden etkilemekte. Gün geçmiyor ki, halka haber vermek amacıyla görev yapan gazeteciler adliye koridorlarında görülmesin. 

Bu tabloyu sadece gözaltına alınma veya tutuklanma olarak düşünmemek lazım. Haklarında adli soruşturma başlatılması süreçlerini de göz önünde bulundurmak lazım. Mesela ben, yazdığım bir yazı nedeniyle, bana isnat edilen suç iddiası karşılığında ilgili yasa hükmünde bulunmamasına rağmen tutuklandım. Sadece bu soruşturma değil elbette. Hakkımda halen 10 dolayında adli soruşturma yürütülüyor. Buna rağmen, çalışmaya devam ediyorum. Benim gibi olan meslektaşlarım da yine çalışmaya yani gazetecilik yapmaya devam ediyor. Bu durum aynı zamanda yurttaşın yani okurun gerçek habere erişmesini de doğrudan etkiliyor doğal olarak. 

Yargı erkinin sınırsız baskısı altında kalan gazetecilerin, haber üretimlerini iktidarın hoşuna gidecek konularla sınırlamak zorunda bırakılmakta. Kamuoyunun haber alma hakkı engellenmekte.

Bu yaşananların mesleğe olumlu katkısı olduğunu söyleyemeyiz maalesef. Bir dönemin gözde mesleği gazetecilik, genç kuşak içinde değer kaybına uğradığı gibi aynı zamanda tercih edilmeyen meslekler arasında yerini alıyor. Ve üzülerek belirtmek gerekir ki, hızla da üst sıralara yükseliyor. Gazetecilik yapmak zorunda kalan genç kuşak ise, özel haber üretme metotlarını bir yana bırakıp özellikle akıllı telefonlardaki iletişim uygulamalarını kullanarak “aynı haberi üreten bir grup gazeteci” konumuna düşmekte. Ben buna WhatsApp gazeteciliği adını verdim. Oluşturulan haberleşme grupları üzerinden yapılan bilgilendirmeler ışığında özgün haber üretimi ortadan kalktı bir süredir.

Bugünün Türkiye’sinde gazetecilik faaliyetlerinin toplumsal bellek ve bilgiye erişim üzerindeki etkilerini nasıl bir çerçeveye oturtmak mümkün sizce? İktidar ve ilintili unsurların gazeteciliğe müdahalesi demokratik toplumun hafıza mekanizmasını nasıl etkiliyor, bilgiye erişim hakkını nasıl sınırlıyor?
Günümüzde gazetecilik iktidarı destekleyenler ve destekleyenler dışında kalanlar olarak ikiye ayrılmış durumda bilindiği üzere. “İktidarı destekleyenler dışında kalanlar” tanımıyla “muhalif gazeteci” konumundan ziyade doğru bilginin okura sunulmasını kastettim. Şunun altını çizmek lazım; “siyasi iktidarı destekleyen veya desteklemeyen gazeteci” diye bir sınırlama olmaz kanımca. Çünkü bir gazeteci –kendi yaşam görüşü içinde olsa bile– sisteme muhaliftir. Bu durum gazetecinin doğasında vardır. Kaldı ki, gazeteci zaten kamu adına sistemi denetleyendir. Bu denetleme sürecinde bireyin ya da toplumun hakkını savunmak asıl görevdir. Gazeteci aynı zamanda araştırıcı ve yaşananları sorgulayıcıdır. Bir bakıma şüphecidir aynı zamanda. Aksi durumda, gazetecilikten ziyade sıradan yayımcılıktır yapılan. Sözünü ettiğiniz gibi iktidar ve ilintili unsurların gazeteciliğe müdahalesi, öncelikle okurun doğru haber alma hakkına müdahaledir. Okura karşı gösterilmesi gereken saygının yitirilmesidir. Dahası, çok sıradan biçimlerde kullanılan erişimin engellenmesi meselesi, iktidarın veya güç sahibinin, basının üzerindeki etkili silahlardan birisi ne yazık ki. Mahkemelerin verdiği erişimin engellenmesi kararları, toplumsal belleğin oluşmasını da doğrudan etkilemekte. Şeffaflık içinde olayların, yaşananların tartışılmasının engellenmesi, demokratikleşmeyi de olumsuz etkiliyor.

Gazetecilik faaliyetlerinin yargı kararlarına etkisi ve yargının gazetecilere yönelik tutumunun katmanlı etkilerini yaşadığımız bir iktidar tarihi yaşıyoruz. Bunun demokratik toplum üzerindeki uzun vadeli etkileri neler? Bu ikili düzenin toplumsal mekanizmalara müdahalesi nasıl bir sonuç ortaya çıkarıyor?
Evet, doğru. Son dönemde yargı kararları, gazeteciler üzerinde şimdiye kadar hiç olmadığı kadar yoğunlaştı maalesef. Benzer durum geçmiş iktidarlar döneminde de görülüyordu ancak bu kadar katı yaklaşım yoktu. Böylesi yargı kararlarına toplumun verdiği tepkiler, yargının ve siyasetin üzerinde etkili olabiliyordu. Ancak içinde bulunduğumuz bu dönemde, bunu söylemek zor. Siyaset ve yargı –tabii iktidarla benzer görüşleri paylaşan gazetecileri dışarıda tutarak söylüyorum– gazetecilere yönelik yargı kararları üzerinden kontrol ve denetim mekanizmasını yoğunlaştırmış vaziyette. Tam bir birliktelik mevcut. Ara sıra farklı kararlar veren yargı mensupları sistem dışına itilerek, huzursuz ediliyor. Kaldı ki bir kadrolaşma meselesi var. İktidarın özellikle 17-25 Aralık ve 15 Temmuz süreçlerinin ardından boşalan yargı bürokrasisine yaptığı görevlendirmeler ve atamalar, bu sistematiği iktidar lehine daha da etkin hale getirdi ne yazık ki. 

Ortaya çıkan tablonun uzun vadedeki etkisini konuşmanın, biraz havada kalacak bir değerlendirme olacağını düşünüyorum açıkçası. Zira, Türkiye’deki mevcut koşullarda hangi başlık olursa olsun uzun vadeyi hedeflemek doğru sonuçlar vermiyor bir süredir. Kısa vadeli hatta günlük bir yaşam tarzını toplumca belirlediğimiz için uzun vadeli planların sonuç alıcı yaklaşım olmadığını belirtirim kendi adıma. Uzun vadeli ya da kısa vadeli süreçler de olsa siyaset ve yargı birlikteliğinin elbette ülkenin yarınları için, demokrasi için sıkıntı yaratacağını söylemek yanlış olmaz. Yargı kararları, aynı zamanda toplumun nefes almasının da aracı. Tersine yaklaşım ve hareketler, bu coğrafyada demokrasinin ve yaşam hakkının gelişmesini fazlasıyla zorlaştıracak.

Gazetecilerin siyasi ve ekonomik güç odaklarına bağımlılığının, gazetecilik mesleğinin siyasi eğilimlerle ilişkilendirilmesinin reel politika üzerindeki etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Medyanın demokratik denge ve denetim mekanizması olarak işlev görmesi için ne tür koşulların sağlanması gerektiğini düşünüyorsunuz?
Küreselleşen dünyada, basın sektörü de evrimleşerek medya haline dönüştü kuşkusuz. Yazılı ve görsel medya sistemine, gelişen teknolojiyle birlikte bir de sanal dünyayı kullanan internet medyası katıldı. Bu elbette kaçınılmaz bir durum. Göz ardı edilemeyecek bir yaşam sistematiği oldu. Hele ki sosyal medya hesapları üzerinden yapılan yazılı ve görsel yayınlar, klasik gazetecilik modelinin yeni medya düzeni olarak adlandırılan yapılanmaya geçişi sağladı. Hiç hesap edilemeyecek kadar geniş kitlelere ulaşılmasının önü açıldı böylelikle. 

Oluşan bu ortamla birlikte mevcut klasik medya düzeninde yer alan yayın organlarının işletilmesi her geçen gün daha da zorlaştı. Sonucunda 1990’lı yıllarda medya sektöründe faaliyet gösteren isimlerin zaman içinde –hele ki son dönemde siyasetin sürekli artan baskıları sonucunda– sistemden çıktığına, yeni ekonomik güç merkezlerinin devreye girdiğine tanık olduk. Merkez medya olarak adlandırılan yayın organlarının sahipleri, iktidara yakın olan yeni ekonomik güç merkezlerine bıraktılar. Yeni isimler ekonomik güç olarak sektöre girdi. Ülkenin ana akım medya sistemi tamamen büyük ölçüde birden fazla kez el değiştirdi. Ana akım içinde mevcut olan kimi sermaye sahipleri ise, kavga dövüş yayıncılığa devam etmeye çalışıyor. Elbette her defasında ödün vererek.

Buna karşın iktidarın muhalif medya olarak tanımladığı ve ana akım medyaya göre daha küçük ölçekli yayıncılar ise deyim yerindeyse kendi yağında kavrulmaya devam ediyor. Son yerel seçimlerde özellikle İstanbul ve Ankara başta büyük ölçekli yerel yönetimlerin iktidardan muhalefete geçmesiyle, iktidarın göz ardı ettiği yayıncılar, gazeteciler biraz olsun ekonomik güç olarak nefes alabildi. 

Tablo böyleyken, gazeteciliğin siyasetle aynı güzergâhta yürümesi, öncelikli yönetimsel sorunların ortaya çıkması ve çözümlenmesini engellediği gibi iktidarların icraatlarının gereğinden fazla gündeme taşınması ve toplumun adeta bir illüzyon içinde yaşamasını sağlıyor kuşkusuz. Hal böyle olunca siyasetteki muhalif unsurlar da mevcut sisteme ayak uydurmak zorunda kalıyor. İktidarın söylemlerinin peşinden giderek kendi yaklaşımlarını ortaya koymaktan geri kalıyor. Sözün özü, gazeteciliğin bir mesafe mesleği olduğunun aslında ne kadar önemli hale geldiği yaşanılan onlarca, yüzlerce örnekle ortada. 
Siyasetin kendi içinde ya da siyaset toplum arasında denge unsuru konumuyla demokrasiye ulaşma ve yaşama/yaşatma konusunda itici güç olması gereken medyanın, tam tersi istikamette siyasete çekici güç şekline dönüşmesi, biz gazeteciler açısından üzülünmesi gereken bir tablo. Aslına bakarsanız, mevcut yaklaşım uzun vadede sistemi yürütmekle görevli iktidarlar açısından da sakıncalı. Zamanı geldiğinde şimdilerde durumdan memnun olan siyaset, şikâyetçi hale dönüşecektir. 

Bu nedenle, bir an önce siyasetin gazetecilik yapmaktan, gazeteciliğin de siyaset yapmaktan elini çekmesi gerekiyor. Siyasetin, gazeteciliği toplum lehine denetim mekanizması şeklinde çalışmasını sağlaması hem siyasetin hem de demokrasinin daha ileriye götürülmesine faydası olacak. İfade özgürlüğünde rahatlama sağlanması, yargı kararlarının daha nitelikli hale dönüşmesi koşullarının sağlanması şart.

Hep iktidarı konuşuruz ama, muhalefet partilerinin medya ile ilişkilerini nasıl değerlendirebilirsiniz, muhalefetin kendini ifade etmesi için ne kadar önemli, Türkiye’de bu ilişki doğru kuruluyor mu sizce?
Sadece iktidar değil, muhalefetin de medya ile ilişkilerinin sorunlu olduğunu düşünüyorum. Bu durum tek taraflı değil elbette. Medyanın da bu konuda problemi var. Bakın farklı mecralarda dile getirdim. Ben alaylı bir gazeteciyim. Bana öğretilen en önemli öğretilerden birisi “gazeteciliğin mesafe mesleği” olduğudur. Ve “gazetecilikten zengin olunamayacağıdır.” İlk öğreti çerçevesinden bakıldığında muhalefetin de sorunlu olduğunu, medya ile mesafesini ayarlayamadığını, keza medyanın da muhalif siyaset ile mesafesini ayarlayamadığının pek çok örneklerini yaşadık yakın zamanda. Tabii ki bunda iktidarın kimi uygulamalarıyla muhalefete de kötü rol modeli olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Muhalefetin siyaset medya dengesi içinde kimi süreçler de en az iktidar kadar rahatsız edici yaklaşımda bulunduğuna tanık olduk toplumca. Hem 2023 genel seçimleri hem de özellikle CHP ve İYİ Parti’de yaşanan kaotik süreçte “mesafe parametresinin ortadan kaldırılmasıyla” siyaset-medya ilişkisinin sağlıklı zemine oturamadığını görmek kendi payıma üzüntü verici. 
Aynı zamanda “iktidarı destekleyenler dışında kalanlar”ın oluşturduğu medya sisteminin, iktidarın yanındakilerde olduğu gibi finansal yeterliliğinin olmaması, finansal istikrarın sürdürülebilir olmaması, muhalefetle diyalog halinde olan medya mecralarını farklı ortama sürüklemekte. 

Medyanın toplumun demokratikleşmesindeki en temel görevi iktidarın olduğu kadar muhalefetin ya da iktidarla aynı ittifak içinde yer alan tüm siyasi yapıların sesini duyurmasıdır. Bu durum demokratikleşmeye çalışan bir ülkenin ya da toplumun olmazsa olmazıdır. 

Siyaset konuşalım dilerseniz biraz da… AKP, MHP ve muhalefet partilerinin kendi arasındaki kriz, tartışmalar ve dengelerin, Türkiye'deki seçim dinamiklerini ya da siyasal düzeni şekillendirmede nasıl bir rolü olduğunu düşünüyorsunuz?
Elbette bu durumu iktidar ve muhalefet olarak iki ana grup olarak değerlendirmek lazım. İktidar açısından baktığımızda, AKP ile MHP arasındaki ittifakta erozyon yaşandığı artık bilinen bir gerçek. AKP içindeki kimi önemli isimler, kapalı kapılar ardında MHP ile özellikle genel seçim sonrasında yaşanan sürecin sıkıntılarını konuşmaya başladılar. Zaten Cumhurbaşkanı Erdoğan da anayasa değişikliği konusundaki değerlendirmelerinde bu durumu dillendirdi ilk kez. 

Burada İYİ Parti’nin tutumu önemli. Merkez sağda siyaset yapma hedefiyle sahaya çıkan İYİ Parti zaman içinde aşırı sağcı MHP’nin çizgisine adım adım yaklaşıyor maalesef. İYİ Parti yönetimi merkez sağ seçmeni hedeflemek yerine –sanki bir takıntı olduğunu gösterir gibi– MHP tabanına yaklaştı. Kanımca AP, DYP gibi merkez sağ halen boş kulvar olarak duruyor. Burada gerçekleşecek bir oluşum yerel seçimler başta olmak üzere ülke siyasetinde belirleyici olacak. 

AKP’nin anayasayı değiştirmek için istediği çoğunluğu yakalamak için sağlam bir manevra yapması kaçınılmaz gözüküyor. 

Ayrıca, yargıda son günlerde yaşanan krizin ortasında çoğunlukla MHP’ye yakın yargı mensuplarının yer alması, AKP lideri ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’a bu manevrayı yapma zorunluluğunu doğurdu. Bir yandan MHP hem devletteki kadrolarını hem de tabanını korumak için AKP nezdinde baskı unsurunu oluştururken, AKP de bu ittifaktan bunalmış vaziyette. Yeni nefes bulabilmenin peşinde.

Ana muhalefet partisi CHP’deki kaotik durum genel başkan değişikliği sonrasında aşılmış gibi duruyor. Partide değişim isteyenlerin kazandığı kurultay sonrasında oluşan yeni yönetim, ilk sınavını marttaki yerel seçimlerde verecek. 

Mevcut siyasi tablo, Türkiye gibi iki kişinin bir araya gelmesiyle siyaset tartışmalarına başlanılan ülkede, seçmen için hava gibi su gibi önemli. Şu günler itibarıyla siyasi dinamiklerin çok da sabit olacağını düşünmüyorum açıkçası. 

AKP ve MHP arasında olduğu söylenen kriz ve yargı kurumları üzerinden şekillenen atmosferi siz de siyasal düzen tahkimi ve anayasa dayatması olarak yorumluyor musunuz, son dönem siyasal konjonktürdeki gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? 
Önceki soruda kısmen yanıtladım. Fakat, iktidar ittifakının bilhassa yargı erki üzerinde inşa ettiği yaklaşım, sonunda iktidar ittifakını da etkiledi. MHP’nin merkezinde yer aldığı kimi kriminal olaylar ve soruşturmalar, belki AKP’nin istediği adımı atmakta işini kolaylaştıracak. Ancak bu kez de AKP’nin karşısına MHP eksenindeki yargı erkini çıkarttı. Elbette ki birbirine bağlı olaylar ve süreçler, mevcut siyasal düzeni etkileyecektir. MHP de elindeki anayasa kartını son aşamaya kadar kullanacaktır. AKP’nin İYİ Parti’den yeşil ışık alması MHP’yle devam eden yolculuğun yeniden şekillenmesinin önünü açar.

Bu kriz, çatışma ve tartışmalar; siyaset kurumunun işleyişinde hangi temel değişikliklere yol açacak gibi görünüyor sizce? Partiler için imkânlar, fırsatlar ve dezavantajlar açısından öngörüleriniz nedir?
Genel hatları itibarıyla yeni siyasi ittifaklar ya da ayrışmalar yaşanabilir. Siyasetin, daha gerçekçi hareket etmesinin zorunluluğunu idrak etmesini sağlayabilir. Toplumun daha güçlü yaşamsal ortama kavuşması yönünde politikalar oluşturulması kişisel beklentim. Ama bu konuda şimdiden bir öngörü sahibi değilim maalesef.

AKP, ittifak ortağı MHP’nin hareket alanını daraltmaya çalışacaktır. Özellikle tabanından bu yönde beklenti var. Kamudaki atamalarda MHP’ye çok olanak sağlandığı ve bunun da MHP’yi vazgeçilemez hale getirdiği düşüncesi var AKP’de. Tam tersi MHP’de de AKP ile ittifakı devam ettirip zorunlu olmadıkça ittifaktan çekilmeme düşüncesi hâkim. Ancak bu konuda maalesef MHP çevrelerinde yaşanan Sinan Ateş cinayeti başta olmak üzere kimi kriminal süreçler, MHP’nin elini zora sokuyor. AKP’ye bu konuda daha geniş hareket alanı sağlıyor doğal olarak.

CHP’nin, yenilenen yönetimiyle daha gerçekçi, sonuç odaklı ve aktif seçim hazırlığı yapacağına ihtimal vermek yanlış olmaz. Yeni yerel yönetici adayları çıkacaktır. İYİ Parti’nin yaşadığı kaotik durumdan kısa zamanda uzaklaşamaması durumu kan kaybının artmasının temel sebebi. Sağ seçmende büyük umut olarak görülen partinin yönetim kaosuna girmesi ve halen de çıkamaması seçmende karamsarlığa neden oluyor. Yılbaşı itibarıyla siyasi partilerin sorunlarından arınmış olması gerekir. 

Siyasi partilerin ideolojik farklılıklarının ötesindeki ittifak ilişkilerini, güç ve “müstakil siyaset yapma” imkanlarını seçimlere ve siyasal düzene etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? 
Türkiye daha önce benzer ittifakları “koalisyon yönetimleri” altında denedi. Kısmen de başarılı oldu. “Bir araya gelemez” denilen merkez sağ ve merkez sol siyaset ülke yönetimi için bir araya geldi. Hatta, Solcu bir siyasetçi olan merhum Bülent Ecevit’in başbakanlığında bir merkez sağ ve bir aşırı sağ parti koalisyonla ülkeyi yönetmeye çalıştı. Son yerel seçimlerde yine CHP ve İYİ Parti’nin ittifak ortaklığı, Kürt Solu’nu temsil eden HDP’nin desteği ile uzun yıllardır iktidarın elindeki büyük kentlerin muhalefet tarafından yönetilme hakkını seçmenden alması dikkat çekicidir. 

Yaşadığımız coğrafya aynı zamanda uluslararası ilişkilerin en üst noktada iç siyasetle birlikte ülke yönetimini doğrudan etkilediği bir bölge. Bu nedenle iç siyaseti dış ve özellikle ekonomiden ayrı düşünmek doğru olmaz kanımca. Bir siyaset bütünü olarak değerlendirmek, ülke yönetiminin sağlıklı biçimde yürütülmesinin de önünü açar. Siyasetin ve partilerin asıl amacı seçmene saygılı olmalarıdır. Seçmeni denetim altına almak kısa vadede fayda sağlasa bile uzun vadede hem siyaset hem de ülke için tehlike çanlarının çalmasına neden olacaktır.

Son olarak; önümüzdeki yerel seçimleri, siyasi partilerin ulusal politika geliştirme süreçlerine etkisi hakkında –kamuoyu oluşturma ve seçmen davranışlarını değiştirme eğilimleri açısından– neler söyleyebilirsiniz? 
Gönlümden geçen; siyasi partilerin yerel seçim stratejilerinde, iktidar ve muhalefetiyle birlikte ülkenin ekonomi, dış politika, kamu güvenliği gibi ana başlıklarda ülkenin gerçeklerine göre yeni politikalar geliştirilmesinin önünü açmasıdır. Özellikle dış politikanın, iç siyaseti şekillendirdiği gerçeği göz önüne alınırsa toplum lehine yeknesak siyaset üretilmesi gerekliliğini düşünüyorum. Kamu yararı hep ön planda tutulup dikkate alınmalı. Buna karşı seçmen, olması gerektiği gibi sorgulayıcı yaklaşımda bulunmak yerine yine öncekilerde olduğu gibi taraftar edasıyla sandığa gidecek gibi görünüyor. Sinyalleri böyle değerlendiriyorum. 

HEDEP hem iktidar hem de muhalefet bakımında önemli rol oynayacaktır. Büyük kentlerin yerel yönetimlerinin belirlenmesinde dikkate alınması gereken bir siyasi oluşum. Ankara, İstanbul gibi siyaseti doğrudan finanse ve domine eden yerel yönetimlere sahip olmak her iki taraf için önemli. Ayrıca, yerel seçimlerin ardından Türkiye için uzun sayılabilecek bir süre içinde seçim yapılamayacak olmasının yaratacağı siyasi atmosfer, iktidar ve muhalefeti daha dikkatli hareket etmeye zorlayacaktır kanımca. Sonuç olarak siyasi partiler bu kez temeli daha güçlü ittifak kurmak ve strateji geliştirmek zorunda.