Gazeteci ve yazar Çiğdem Toker: Yeni Anayasa tartışması, Erdoğan için verimli saha
Gazetemize konuşan Çiğdem Toker, “Erdoğan yeni Anayasa ihtiyacından söz etti. Burada amaç elbette öncelikle enflasyonu, halkın şiddetli geçim sıkıntısını barınma krizinin unutturup dikkatleri başka yöne çekmek. Yerel seçimlere doğru giderken de bu Anayasa çağrısının çevresinde dantela gibi öreceği yeni ayrıştırıcı söylemlerle kendi seçmen tabanını sıkılaştırmak” diyor.
Esat Aydın
Gramsci, Hapishane Defterleri’nde şöyle diyor: “Neden inanç birliğine ‘din’ deniyor da ‘ideoloji’, daha açıkçası ‘politika’ denmiyor?” Tarikat ve cemaatlerle pratiği ve devamını isteyen sermayeyle işbirliğiyle rejim bunun örneği; karakteri buradan kökleniyor. Yaptığı her şeyi sadece temsil ettiğine değil, muhalefete de yedirme… İşte ideoloji tepeden aşağıya doğru böyle toplumsallaşıyor ve yerleşiyor.
Muhalefet ise karşıt bir noktadan konumlanıyor gözükse de buna teslim olmuş vaziyette. Zira sürekli “endişeli muhafazakâr” kovalayan ve sadece sandığa kiliti anlayışla bu “kutsal” işlevi içselleştirmiş görünüyor. Asıl mesele hegemonyanın da böyle kuruluyor olması; sınırlarını kendi çiziyor, karşısındakini kendi içerisinden konuşturuyor, ideolojisine bu şekilde tabi kılıyor.
Nihayetinde iktidar denen şeyin sınırları yok; sınırları belirleyen bütün mekanizmalar da işlemez hale getirildi. Bu yarattıkları rejimin hem sonucu hem de sebebi… Muhalefetin de bu değirmene su taşıdığı başka bir gerçek. Bu hafta sürece dair önemli değerlendirmeleriyle T24 yazarı, gazeteci ve yazar Çiğdem Toker konuğumuz…
Ekonomi başta olmak üzere hukuk, eğitim gibi birçok alanda çok ciddi bir çöküşün, dönüşümün içerisindeyiz. Derinleşen yoksulluk, sizin de yazılarınızda yer bulduğu üzere, belki de en çok çocukları etkiliyor. Tek boyutlu bir yoksullaşma yaşanmadığı da göz önünde tutulursa, çocuklar bu gidişattan hangi boyutlarda zarar görüyor? Bakan Koca’nın da gündem olan açıklamaları var…?
Son diyeceğimi başta diyeyim: Çocuklar bu ülkede heder ediliyor. Ne “üstün yarar” ilkesi gözetiliyor. Ne yeterli beslenebiliyor ne hak ettikleri eğitimi alabiliyor ne de barınıp korunabiliyorlar.
Şunu hatırda tutalım: Siyaset dünyasında sahnelenen her şey, her şeyle ilgilidir. Bir ülkede yeraltı dünyasının rüşvet ilişkilerinin ortaya döküldüğü günlerde, çocuklara günde bir öğün ücretsiz yemeğin kaldırılması bize çok şey anlatıyor. Bir ülkede suç işleme ayrıcalığına sahip insanlar varsa, o ülkede kamu kaynaklarının adil dağıtılmasına yönelik bir siyasal iradeden bahsetmeye imkân yoktur.
Fakat bunları bizim bilmemizin, haykırmamızın büyük bir önemi yok. Önemli olan, hayatının merkezine siyaseti koymuş kişilerin ve kurumların ne yaptığı. Politika tercihlerinin neden bir türlü değişmediği. Açık ki, çocukların iyi beslenmesi, istismara uğramaması, düzgün eğitim alması iktidarın öncelikleri arasında değil. Yoksa bir Bakanlık çocuklara bir öğün ücretsiz yemeği nasıl veremez. Birkaç büyük ihalede gelen tekliflerde kamu lehine indirimin birkaç puan fazla yapılması bile bu tasarruf alanını açar. Yeter ki isteyin!
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın okullar açılırken çocukların beslenmesine dair sosyal medya mesajını kastediyorsanız ben şöyle düşündüm. Eğer çocuğun beslenme çantasına bir şey koyamayan ailelerle dalga geçilmiyorsa, ne olup bittiği konusunda gerçekten en ufak bir fikirleri yok. Sadece Bakan’ın değil. Onun bu mesajının hazırlayıp paylaşan sosyal medyasını emanet ettiği danışmanlarının da.
Eğitim sisteminde ciddi bir gerileme yaşanıyor, devlet okullarına gerekli kaynak aktarılmıyor ve tarikatların eline bırakılıyor. İslamcı politikalar ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın tutumunu da düşünürsek bu gerilemeyi aynı zamanda bir dönüşümün de işareti sayabilir miyiz?
Eğitim sistemindeki gerileme, geriye giden ve çok katmanlı bir süreç. 4+4+4 bu sürecin önemli bir dönemeci. Milli Eğitim Bakanlığı’nın dinci vakıflarla, derneklerle protokol imzalayarak eğitim yetkisini paylaşması, imam hatiplerin adeta mecburi bir istikamete dönüştürülmek istenmesi hepsi aynı sürecin bileşenleri. Ve elbette eğitimin dinsel temellere dayanmasına yönelik bir politika bu. Ancak bu politika uygulayıcılarının destekleyicilerinin çoğu, kendi çocuklarını dönüştürmek istedikleri bu sistemin okullarında okutmuyor. İşin bu kısmı yeterince anlatılamıyor.
Hukuksal alanda da bir tahribat yaşıyoruz. Bir yandan katliamlar zaman aşımına uğruyor, diğer yandan gazeteciler cezaevinde tutuluyor. Erdoğan bu “hukuk” ortamı içinde yeni bir anayasa söylemi dolaşıma soktu. Sizce yeni bir anayasa için iktidar odakları, muhalefet toplamı ve toplum buna hazır mı, bir de büyüyen yoksulluk ve yeni anayasa söylemleri arasında bir bağ kurmak mümkün mü?
Yeni Anayasa tartışması Erdoğan için daima verimli bir saha olageldi. Bir yandan kendi zihnindeki siyasi hedefleri, bütün toplumun faydasınaymış havası vererek ortaya atıp herkese tartıştırdı. O bunu yaparken de daha önce inşa ettiği medya sayesinde, milyonların canını yakan gerçek sorunları görünmez, tartışılmaz hale geldi. Daha doğrusu gündemin ilk sıralarında kendisine yer bulamadı. Çözümü zorunlu en temel problemler sürüncemede kaldı. Başkanlık sistemi böyle geldi.
Bugünlerde yine benzer bir sürecin eşiğindeyiz. Erdoğan 12 Eylül darbesinin yıldönümünde yeni Anayasa ihtiyacından söz etti. Burada amaç elbette öncelikle enflasyonu, halkın şiddetli geçim sıkıntısını barınma krizinin unutturup dikkatleri başka yöne çekmek. Tek bu değil tabii. Yerel seçimlere doğru giderken de bu Anayasa çağrısının çevresinde dantela gibi öreceği yeni ayrıştırıcı söylemlerle kendi seçmen tabanını sıkılaştırmak.
İktidar cephesinin ilişkileri içinde ortaya çıkan bir süreç de mafya ağları. Seçim sonrası İçişleri Bakanlığı’nda yaşanan değişimi ve son zamanlarda yaşanan mafya operasyonları birlikte düşünüldüğünde mafya-iktidar-sermaye ilişkisi üzerinden neler söylenebilir, bu ilişki biçiminin bugün adına ‘90’lardan farkı nedir?
Doğrusu son operasyonların tuhaf bir yanı var: Sanki ülkede seçim sonrası iktidar değişmiş de yeni iktidar mafyayı ve onun kirli ilişkilerini ortaya çıkaran bir reform içindeymiş gibi bir rüzgâr estiriliyor. İyi de AKP Türkiye’yi 21 yıldır yönetiyor. İçişleri bakanlarını da aynı iktidar atıyor, bürokratları da ve maalesef artık yargı mensuplarının çoğunu da...
Türkiye’de mafya, iktidar ve sermayenin ne kadar sıkı ilişki içinde olduğu, bugünün konusu değil. Epeyi geriye gidiyor. AKP öncesine... Ancak bugünü farklı kılan, korkunç bir uyuşturucu ticaretinin buna eklemlenmiş oluşu. Yanı sıra rüşvet ve yargı ilişkileri de artık resmî tutanaklara yansıyor.
Peki, bugüne kadar kökleşmiş ve yürütülen bu kirli ilişkileri siyasi iktidarın bilmemesine imkân var mıydı? Ne değişti de bugün adeta yeni bir iktidar gelmiş gibi operasyon yapılıyor?
Bence bu sorunun cevabını bulmak önemlidir. Ben bu sürecin, Şimşek’in atanmasıyla birlikte uluslararası kredi ve finans çevreleriyle yeniden güven tazeleme ihtiyacıyla da bağlantılı olduğu kanısındayım. Türkiye, OECD nezdindeki FATF tarafından alındığı gri listeden hâlâ çıkamadı. Türkiye yıllardır tek bir rüşvet davasını bile sonuçlandıramadığı için eleştiriliyor. En basitinden gri listeden çıkmak, Türkiye’ye kredi akışını hızlandıracak bir gelişme olacaktır. Bunu göz ardı etmeyelim.
Ha, bu yapılanlar sorunu kalıcı olarak çözer mi; yoksa dostlar alışverişte görsün faslından bir dizi operasyon mudur, zaman içinde göreceğiz.
2016’da Varlık Fonu kurulurken Hazine Bakanı olan Şimşek’ten sonra Cevdet Yılmaz gelmişti. Yılmaz ve Şimşek bir kez daha Erdoğan’ın ekonomi politikalarının icracıları. Erdoğan’ın bu tercihine ne diyorsunuz? Cevdet Yılmaz’ın açıkladığı 2024-2026 yılları için hazırlanan Orta Vadeli Program sizce kamu ve sermaye açısından ne sunuyor?
Bu tercih, siyasal bir zorunluluğun sonucu. Eğer öyle olmasaydı, geride bırakılan beş yılı ama özellikle seçim öncesindeki iki yılı izah etmek mümkün değil.
Sanırım bu ülke Erdoğan kadar pragmatist bir lider görmedi. Bugünlerde Erdoğan’ın ağzından ne Nas duyuyoruz ne de “Faiz sebep enflasyon sonuçtur” lafını. Çünkü deniz bitti, duvara dayanıldı. Şimşek ile ekibi, Nasla, döviz yakmakla, faiz artırımında direnmekle, TÜİK makyajlarıyla gidilebilecek bir yerin kalmadığı eşikte ekonomi yönetimine getirildi. Şimdi aldıkları anlaşılan tam yetkiyle ekonominin dağılmış yakasını bir araya getirme operasyonu sürüyor.
Cevdet Yılmaz’ın açıkladığı OVP de bu sürecin bir parçası. IMF’nin adı görünür kılınmasa da bu süreçte küresel finans kurumlarından geçer not almak önemli çünkü. Atılan her adım, yapılan her açıklama. Bunu teyit ediyor.
Kapsamlı bir toplumsal muhalefet ve geleceğe umutla bakabilmek için öneriniz ne olurdu?
Hem ekonomik hem de hak ve özgürlükler açısından insanca yaşayabileceğimiz, doğal kaynaklarımızın kamu kaynaklarının yağmalanmadığı bir ülkeyi hepimiz hak ediyoruz. Bunun yolu ise vatandaşı, vatandaşlık haklarına kıskançlıkla sahip çıkacak biçimde siyasetin öznesi kılmaktan geçiyor.
Bu bir görev. Bu görevin adresi ise muhalefet. Ancak daha önce söyledim. Tekrarlayacağım: Muhalefetin, seçimin ardından milyonlarca seçmende oluşan ve giderek kökleşen; kırgınlık, kızgınlık ve kayıtsızlık karışımı duygu durumunu yeterince anladığı kanısında değilim.
Şimdi şimdi biraz ses çıkıyor ama geç kalındı. Toparlamak imkânsız değilse de çok çalışmayı gerektiriyor. İnsanların inancını, güvenini, ümidini ne kadar kırdıklarının darmadağın ettiklerinin farkına vararak hareket etmek zorunlu. Seçmen tabanında bence bugüne kadar yaşanmamış bir duygu durumu yaşanıyor.
Muhalefetten kimi kastediyorsun diyebilirsiniz. Ana muhalefet partisi CHP, kurucu kimliği, üye sayısı seçmen tabanı ve 6’lı Masa pratiği dolayısıyla bu süreçte birincil önemde elbet. Ama istisnaları bir kenara koyarak söylemek zorunlu.
CHP'nin birçok yöneticisi ve vekili, geçim sıkıntısı çekmedikleri, kira, barınma, fatura ödeme güçlüğü yaşamadıkları, bambaşka bir gerçeklik algısı içinde deviniyorlar. İşin fena tarafı, toplumun farklı katmanlarından gelmiş, bu sorunları hakkıyla dile getirecek birçok kişi listelere alınmadı.
Muhalefetin her şeyden önce seçmenini sahipsizlik, ortada bırakılmışlık duygusundan kurtarması gerekiyor. Bu ise yüksek yoğunlukta bir kavrayış, empati ve kararlılığı zorunlu kılıyor. Muhalefet ile seçmen tabanının gerçeklikleri ne zaman örtüşür, ne zaman gereği yapılır, ancak o zaman geleceğe umutla bakabiliriz.