Kemal Can "İslamcılık ve Milliyetçilik, ortaya çıktıkları dönemden bu yana gerilimli, rekabetli hatta sert çatışmalar içeren bir ilişki içinde oldular. Başlangıç noktaları birbirleriyle epey uzak çizgiler oldukları bile söylenebilir. Ancak milliyetçilikle İslamcılığı buluşturan ve tabanlarını da birbirine yakıştıran en önemli tutkal, soğuk savaş döneminin küresel antikomünizm stratejisidir" diyor.

Gazeteci ve yazar Kemal Can BirGün'e konuştu: İslamcılıkla milliyetçiliğin tutkalı antikomünizm

Esat Aydın

Alfredo Saad-Filho Kriz Çağı kitabında şöyle diyor: “Neoliberal demokrasinin öteden beri süren eksiklikleri, neoliberalizmin otoriter ve radikalleşmiş bir yorumunu savunan ‘gösterişli’ siyasal liderlerin belirmesi için elverişli koşullar yarattı. Bu liderlerin sivrilmesinin ardında hangi koşulların yattığı ve bu liderlerin hangi kısıtlar altında hareket ettiği irdelenince ‘otoriterlik paradoksunu’ saptamak mümkün olur, yani demokrasinin eksiklikleri gösterişli liderler doğurur; ama onların iktidarı, doğası gereği istikrarsızdır ve yeni faşizm biçimlerine alan açar.”

Yani neoliberalizmin zirve zamanları olan neofaşizm dönemini yaşıyoruz.

20 yılı aşkın iktidarının çok önemli bir bölümünde “aşınan meşruiyetini” çoğunu kendi yarattığı, bir kısmının da “Allah’ın lütfu” olduğu iç içe geçmiş krizlerle her seferinde yeniden kurmuş; kontrolü kaybettiği her durumda siyasal-sosyal mühendislikler ve muhalefetin etkisiz, basiretsiz, beceriksiz tutumuyla siyasetin sınırlarını zorlayarak hatta bazen aşarak kendini yeniden üretmiş Erdoğan, bu “gösterişli” liderlerden ve kuşkusuz iktidarı da doğası gereği istikrarsız.

Bazen “istikrarsız” ifadesi de “kibar” kalıyor. Memleket her yanından elimizde kalırken, siyasi iktidarın gidişatı da farksız. 

“Milliyetçi-mukadesatçı” ortaklık tarihinin en “şanlı” dönemlerinden birini yaşıyor. 

Ülkenin yıllardır süregelen sağcı cephesi, AKP-MHP ortaklığıyla denetimsiz, sınırsız, deyim yerindeyse “freni patlamış kamyon” misali yol alıyor; bu yolda önüne gelen her şeyi de katıp, gidiyor. 

İşte bu yüzden Erdoğan iktidarının Türkiye’nin iç ve dış politika ekseninde karşılaştığı sorunlara karşı sürdürülebilir çözümler üretmek adına politik alanlara odaklanması gerekmiyor.

Türkiye’de demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi temel değerlerde; medya bağımsızlığı ve ifade özgürlüğü konularında katedeceği bir mesafeyi kendine dert etmiyor.

Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi arasındaki gerilimin hukuk sistemine yönelik endişeleri artırmasına, Can Atalay üzerinden yükselen krizin sistemde nasıl bir kırılma yaratacağına dair bir derdi de yok haliyle…

Ona bu dertsizliğini sağlayan en önemli faktörlerden biri kuşkusuz toplumsal muhalefet, sivil toplum ve karşısında konumlanan siyasi aktörlerin yetersiz sesi, eylemliliği…

Demokratik taleplere onun kapasitesini düşünerek odaklanması gereken bir muhalefetin eksikliği…

Haliyle dert de başka oluyor… 

Neoliberalizmin amentüsünü bulursunuz; toprağın altını ve üstünü tamamen ele geçir, önce finansı, önce zenginleri koru, servet transferini öncele ve serveti belli ellerde topla; işsizlik, yoksulluk, açlıkmış kime ne? Benzeri görülmemiş distopik bir ekonomik felaket mi geliyor, astronomik bedelini adına “kemer sıkma” dediğin anlayışla halka ödet! Şiddeti, sömürüyü, baskıyı arttırarak yeni toplumsal kutuplaşma biçimlerini devreye sok...

Yunus Emre diyor ya:

"Batmış dünya malına, bakmaz ölüm haline,
Ermiş Karûn malına, zehî iş düşvarlığı.” o hal işte…

“O hali” konuştuğumuz bu haftaki konuğumuz Kemal Can…

AKP ve MHP ittifakının, bu iktidar ittifakında yaşanan gerilim ve krizlerin arka planında yatan dinamiklerin Türkiye’nin siyasi geleceği üzerindeki muhtemel etkileri konusundaki görüşlerinizi merak ediyorum.  Sistemde bir kırılma, ittifakta bir erozyon görüyor musunuz; görüşlerinizi alabilir miyim?

AKP ve MHP arasındaki ittifak, kurulduğu hatta kurulma fikri ortaya çıktığı andan itibaren gerilimli ve sürekli kriz üretebilecek bir potansiyel taşıyordu. Bunun bu partilerin gelenekleri, kadroları, ideolojik öncelikleri ve taban profilleriyle ilgili siyasi tarafları var. Elbette mevcut siyasi tablonun ortaya çıkarttığı ihtiyaçlar, konjonktürel etkiler ve pragmatik gereklerle ilgili taraflar da mevcut. Bu dinamikler kimi zaman birbirlerini besleyen, kimi zaman karşılıklı gerilimi tırmandırabilen etkiler yaratabiliyor. Bu gerilim ve krizler, bazen yıpratıcı bazen de yapıştırıcı etkiler oluşturabiliyor. Türkiye açısından etkisi ise ezici bir sosyolojik çoğunluk hatta “milletin ta kendisi” olduğu iddiasına sahip güçlü bir sosyal-siyasal baskı yaratması. Diğer yandan “Beka Davası” stratejisi, bu ilişkiyi ve etkiyi, bir devlet politikasına dönüştürüyor. Belki de 12 Eylül yönetiminin ve Anayasasının hayal ettiği ama yeterli toplumsal desteği sağlayamadığı bir otoriter yönetim modelinin hayata geçmesini sağlıyor. 

İslamcılık ve Milliyetçilik, ortaya çıktıkları dönemden bu yana gerilimli, rekabetli hatta sert çatışmalar içeren bir ilişki içinde oldular. Başlangıç noktaları birbirleriyle epey uzak çizgiler oldukları bile söylenebilir. Ancak milliyetçilikle İslamcılığı buluşturan ve tabanlarını da birbirine yakıştıran en önemli tutkal, soğuk savaş döneminin küresel anti-komünizm stratejisidir. 1960’lı ve özellikle 70’li yıllardan sonra bu iki siyasi hareket ve seçmen tabanları birbirine daha yakın hatta geçişken hale geldi. O yılların tamlamasıyla “milliyetçi-mukadesatçı” ortaklık olarak ifade edilen bir zemin oluştu. Rekabet halinde ama ortak kullanıma açık bir siyasi zemin bu. Ötekine, yabancı olana, değişim ve tehdit içeren “düşman” odaklara karşı –bu odaklar ortaklaştıkça– sağlamlaşan bir kalkana veya zaman zaman “kendi gibi olmayana” yönelen saldırgan bir mızrağa dönüşüyor. Bu iki çizgiyi kolay buluşturan bir başka dinamik ise “devlet algısı”. Farklı önceliklerle her ikisi için de “devlete” özel bir kutsallık atfediliyor. 

Bu ittifakı hem güçlü hem gerilimli bir sarmal haline getiren konjonktürel ve pragmatik dinamiklerden de söz etmek gerekir. Erdoğan, daha önceki ittifak ortakları Cemaat, liberal çevreler ve Batı ile vesayet odağı olarak tarif ettiği devlet ideolojisiyle mücadeleye göre şekillenmiş bir strateji yürüttü. Ancak bu gerilim üzerinden sağlayabildiği iktidar gücünün fazla güvenilir olmadığı ortaya çıktı. İç ve dış politikada meydana gelen değişimler yüzünden iktidarı tehdit altına girdiğinde, “devletten” alan kazanmak yerine, bizzat devletle ortaklığın daha garantili olduğunu gördü. İşte bu kapıyı açan Bahçeli’nin elinde tuttuğu anahtardı. Hem devletle bir ortaklık ilişkisi hem de –daha önce ayak bağı olacağı düşünülen– milliyetçiliğin koruyucu kalkanları AKP iktidarı için çalışmaya başladı. Özellikle Cemaatin tasfiyesi sürecinde ihtiyaç duyulan “güvenilir” kadro tedariki bakımından da MHP ile işbirliği çok işlevseldi. Ancak bu işbirliği ideolojik “kırmızı çizgi” müfettişliğini, yargı ve güvenlik bürokrasisi olmak üzere orta kademe kadroların kontrolünü paylaşmak demekti. 

Bu ittifakı mümkün ve gerekli kılan bütün bu ideolojik, siyasi, toplumsal ve konjonktürel dinamikler, bir taraftan ittifakın çimentosunu, diğer taraftan da çatışma noktalarını besliyor. Biraz paradoksal biçimde ittifakı yaratan ve sürdüren dinamikler ile onu gerilime ve krizlere sürükleyen dinamikler neredeyse aynı kaynaklardan besleniyor. Aynı ihtiyaçlar ve endişelerden kaynaklanarak zaman zaman ciddi gerilimlere hatta krizlere neden oluyor. Ancak bütün gerilimlerde ve krizlerde olduğu gibi bunun kaynakları kadar nasıl yönetildiğine, yönetilip yönetilemediğine bakmak gerekir. Erdoğan iktidarı başka alanlarda da olduğu gibi krizleri yönetme hatta zaman zaman kendi lehine bir dinamiğe çevirme yeteneğine sahip. AKP ve MHP arasındaki gerilimli ortaklık şimdiye kadar böyle işledi. Bundan sonra nasıl ilerleyeceğini ise bu gerilimin yönetilir olmaktan çıkıp çıkmayacağı ve tarafların siyasi alternatiflerinde bir gelişme olup olmayacağı belirleyecek. 

AKP ve MHP arasındaki krizin Erdoğan ve Bahçeli’nin politik pratiği olarak yorumlamak mümkün mü? Yani 50+1 krizi öncesinde de türlü vesilelerle AKP ve MHP arasında kriz gündemli siyasal tartışmalar oldu.

Erdoğan ve Bahçeli’nin bu krizlerden beslenip, politik atmosferi kendi üzerlerinde topladığı ya da Erdoğan’ın bu krizleri ,tabanı ve çeperine aslında Bahçeli’den kurtulma isteği olarak sunduğu fikrini yanlışlar mısınız?

Açıkçası bir arzu olarak ele aldığımızda, Erdoğan’ın herhangi birine ihtiyaç duymamayı istemesini veya ayak bağı olan her şeyden kurtulma niyeti olacağını düşünmek için çok fazla nedenimiz var. Elbette şahsileştirilmiş siyasetin, dikkate alınmak zorunda olunan her türden dinamikle ve kendini sınırlayan her türlü odakla meselesi vardır. Onunla birlikte yürüyen, ittifak halinde olan, çıkar ortaklığı yapan çeşitli çevrelerin de, bu çok taraflı ittifakın diğer unsurlarıyla meseleleri, rekabetleri, husumetleri olması gayet normal. Bu çerçeveden bakılınca, AKP ve MHP arasındaki gerilimli ilişkiyi tamamen bir mizansen olarak görmek hiç doğru olmaz. Aksine daha önce de özetlediğim gibi bunun yapısal ve konjonktürel son derece sahici nedenleri var. Bazı gerilim başlıklarının fazla alenileşmesinde somut bazı güncel gelişmelerin etkisi olduğu da gerçek. 

Ancak, bu gerilimlerin veya “ittifakta çatlak” diye ifade edilen gelişmelerin varacağı sonuçlar, onların nasıl kullanıldığı ve yönetildiğiyle de ilişkili. AKP-MHP ittifakı kurulduğu andan itibaren çatlak ve çatışma iddialarına konu oldu. Neredeyse düzenli aralıklarla bu ittifakın sonunun geldiği, geleceği söylendi. Kimi zaman dedikodular ve kulis haberleri sınırında kalan bu iddialar, bazen kamuya açık restleşmeler haline bile geldi. Mesela 2019 yerel seçimleri öncesinde 2018 sonunda MHP ve AKP liderleri partilerinin grup toplantılarında ittifakın bittiğini açıklamışlardı. Daha sonra ittifak tazelendiği gibi defalarca daha güçlenerek devam ettiği açıklandı. Bazıları son derece somut gerilimler ve açık çatışmalar haline dönüşse bile ittifakın bitmesine veya bu ittifaka dayalı olan iktidarın zayıflamasına neden olmadı. Bu durum gerilimlerin sahte olduğu anlamına gelmiyor, sadece bu gerilimlere rağmen ittifakın devam edebilme, bu krizleri yönetme becerisini ya da bu konudaki gerekliliklerin daha güçlü olduğunu gösteriyor. Bu gereklilikler kimi zaman ittifakın en zayıf noktası olarak tarif ediliyor. Kimi zaman –daha çok başlangıçta– MHP’nin varlığını devam ettirmek için Erdoğan’a mecbur olduğu, kimi zaman Erdoğan etrafında MHP kıskacının dayanılmaz hale geldiği ileri sürülüyor. AKP ve MHP’nin birbirine muhtaç hale gelmesi asıl gerilim kaynağı olarak gösteriliyor. Fakat ittifakın devamı da yine bu gerekçelerle açıklanıyor. Paradoks gibi duran dinamik tam da burada işliyor.

Bu gerilimlerin kontrollü biçimde veya kontrol edilemediği için açık hale gelmesi, pek çok açıdan siyasi pozisyonlarını kaybetmiş olan bu partilerin müstakil bir çizgi gibi devam etmelerine de hizmet edebiliyor. Bu gerilimler sayesinde Bahçeli, iktidarın memnuniyetsizlik yaratan etkilerinden korunup, iktidarın ideolojik ve siyasi önceliklerinde belirleyici rolünü sürdürüyor. Bu sayede tükeneceği iddia edilen seçmen desteğini korumakla kalmayıp, AKP’den kopan bir grup oyu ittifak cephesinde tutan bir süzgeç haline gelebiliyor. Aynı şekilde Erdoğan da, hem iç politikada hem dış politikada, “aslında başka türlü davranabilecekken” MHP baskısı yüzünden bazı şeyleri yapamadığı ve bundan kurtulmak istediği söylentisini verimli biçimde kullanabiliyor. MHP’nin bir tür ayak bağı ve günah keçisi olarak Erdoğan üzerinden siyasi yük aldığını söyleyebiliriz. Erdoğan için olmayan bir seçenek çeşitliliği vehmi yaratılmasını sağlıyor. Kamuoyuna yansıyan tartışma ve çatışmaların hepsinin bu ikincil kullanım amacıyla bilinçli olarak üretildiğini söylemek doğur olmaz ama bu kullanımın bizzat taraflar ve üçüncü kişilerce hemen devreye girdiğini de görmek gerek. Zaman zaman ittifakın iç ve dış dengesinin güç dağılımı ile üçüncü tarafların reaksiyonlarını tartmak açısından da bu gerilimler kullanışlı zeminler oluşturabiliyor.

Erdoğan’ın Almanya dönüşü yaptığı açıklamada siyasi partileri yanlış yollara sevk ettiğini söyleyerek “50 + 1 kuralının değişmesi isabetli olur” (bunu daha önce Faruk Çelik de dile getirmişti) sözlerindeki muradıyla, Bahçeli’nin “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi işi bitince buruşturup bir köşeye atılacak reçete değildir” sözlerini geleceğin siyasi atmosferi için yorumlar mısınız? 

50+1 meselesi, 2017 referandumu ile başkanlık sistemine geçildiği tarihten itibaren hep gündemde tutuldu. Hatta anayasa değişikliğinin meclisteki görüşmeleri sırasında bile Erdoğan’ın bu kuralın kendisi için sıkıntılı bir süreç yaratacağını öngördüğü ve “yanlış yaptık” dediğinden söz edildi. Sonraki yıllarda da periyodik olarak konunun gündeme getirildiği izledik. Bazen Faruk Çelik, Cemil Çiçek gibi isimler aracılığıyla, bazen ismini açıklamayan kaynaklar eliyle, kimi zaman da Erdoğan’ın sorulan-sordurulan soruların cevaplarının içine bu konu girdi. Dolayısıyla, 50+1 tartışmasının şimdi ortaya çıkmış çok yeni bir gelişme olarak konuşulması pek gerçekçi değil. Elbette güncel siyasi gerekçelerle bugün gündeme getirilmesinin pek çok yeni nedeni olabilir ama “nereden çıktı” denilecek bir şaşkınlık yaratmaması gerekir. 

Bahçeli’nin verdiği ve daha önceki tartışmalarda da örnekleri olan tepkiye gelince, teknik olarak Başkanlık sistemi ile 50+1 arasında mantıksal bir ilişki olduğu doğru. Bunu Uçum gibi Erdoğan’ın bazı danışmanları ve eski AKP’li siyasiler de söylediler. Bu ölçüde geniş yetkilerle tanımlanan bir makamın toplumun çoğunluğu tarafından seçilmesinin mantıksal bir zorunluluk olmaktan çıkartılması çok ciddi meşruiyet sorunlarına neden olabilir. Yani Bahçeli’nin 50+1’in bu sistemin zorunlu parçası olduğu fikri teorik olarak doğru. İşin siyasi tarafında ise kutuplaştırmaya dayalı yerli-milli iddiasının siyasetin bloklar halinde örgütlenmesini zorladığı söylenebilir. Hâkim ve baskın çoğunluk fikri, bu modelin dayandığı meşruiyet zemini. Ayrıca bu iktidarı ve onu sağlayan ittifakı “Beka” gereği olarak tarif eden ve kendisini onun uç beyi ve müfettişi tayin eden Bahçeli’nin, bu ittifakı pragmatik bir gereklilik olarak ele alan veya öyle gösteren Erdoğan’dan daha hararetli biçimde mevcut statükoyu savunması gayet normal. Bunun basit siyasi aritmetik hesaplarına dayalı olarak değerlendirilmesi eksik bir yorum olur. Çünkü bu ittifak sadece aritmetik bir birliktelik değil. 

Uzak seçimin konusu 50+1 ve Yargıtay ve AYM arasında gündeme gelen Can Atalay krizi, nasıl bir dönemece işaret ediyor; Erdoğan bunlardan ne murat ediyor? Bir de 50+1’in değişmesine itiraz eden ittifak ortaklarını da dikkate alırsanız tüm bu yaşananlar Erdoğan ve muhalefet için ne ifade ediyor?

Muhalefet aktörlerinin önemli bir kısmı, iktidar ittifakının tavanındaki çatışmaları, gerilim ve krizleri, bu iktidarın sonunu getirecek esas mesele olarak görmeye yatkın. Dolayısıyla böyle gelişmeler olduğunda bu tavan çatlağına çok fazla anlam yüklenebiliyor. Bu yaklaşım yüzünden cumhur ittifakı çatlaklarına duyarlılık açısından muhalefet kimi zaman iktidar ortaklarından bile daha hassas. Kimi zaman bu özelliği nedeniyle Erdoğan tarafından muhalefet aktörlerinin ayarlarıyla oynamak için de kullanılıyor. Mesela hiç bitmeyen Erdoğan’ın Kürtlerle uzlaşma aradığı veya İYİP’in yeni iktidar ortağı olabileceği görüşleri sık sık dile getiriliyor. Ayrıca bu konunun son aylarda –neredeyse bir yıldır– her meselenin Anayasa değişikliği ile ilişkilendirmesiyle de ilgisini kurmak mümkün. İstanbul Sözleşmesi, LBGT, yargı krizi, AİHM meselesi ve son olarak 50+1 tartışması dönüp dolaşıp anayasa meselesiyle irtibatlanıyor. 

Erdoğan’ın mevcut dengede anayasayı değiştirecek sayısal imkânı yok. Meclisten –referandumla da olsa– bir anayasa değişikliği kararı çıkartabilmek için muhalefet cephesinden bir kopma sağlaması gerekir. Bütün sorunlu başlıklarda tartışmanın anayasa değişikliğine bağlanması bu açıdan sürekli bir zemin yoklama olarak düşünülebilir. Hatta anayasa değişikliğinin asıl amacının Erdoğan’a bir kez daha Cumhurbaşkanlığı yolunu açmak olduğunu söyleyenler bile var. Ancak böyle açık ve yakın bir amaca dönük olmasa bile sadece gündem kontrolü ve o kontrol vesilesiyle muhalefet içine uzanan ayar bozma imkânı da hiç küçümsenecek bir olay değil.

Kurnazca müdahalelerle ve fiilî durumlar yaratılarak, mevcut anayasa ve sistemin istismarı çok yeni yöntem değil. İktidar, bir kez daha, kendi ürettiği krizlerden yeni istismar imkânları yakalamanın peşinde. Fakat konunun bu planlı tarafı yanında, ivedilikle halledilmesi gereken ihtiyaçlarla da ilgisi var. Bu ihtiyaçlardan en önemlisi, çıkan ve çıkacak olan bazı yasaların, herhangi bir engele takılmadan uygulamaya konulabilmesi. Yani iyi bir yol temizliği ihtiyacından bahsediyoruz. “Kentsel dönüşüm Yasası”, mevcut kentsel mülkiyet sisteminde tamamen keyfî müdahalelere kapı açtığı için, açıkça anayasaya aykırılığı ileri sürülebilecek düzenlemelere iyi bir örmek sayılabilir. Muhtemelen ekonomi ve dış politika alanında derinleşen ve keskinleşecek sıkıntılar, yeni zorlama düzenlemeleri sıraya sokuyor. Yerel seçim Sonuçlarına bağlı olarak veya doğrudan seçimleri etkilemeye dönük yerel yönetim düzenlemeleri, olağanüstü özelleştirmeler ve kıdem tazminatı gibi hak ilgaları beklenmedik gündemler değil. Şimdilik Can Atalay hadisesiyle AYM kararlarını fiilen işlevsiz hale getiren bir oldubitti yaratılmış görünüyor. Direncin de sınırlı olacağını görmüş oldu. 

Bu aşamadan sonra zaten dağılmış görünen muhalefet blokunda yeni çatlamalar yaratacak adımlar bekleyebiliriz ama zaman zaman tedavüle sokulduğu türden bir yumuşama veya kucaklayıcı bir diyalog zemininin oluşturacağı hatta böyle bir niyetin olduğuna dair hiçbir işaret görünmüyor. Kabine değişikliği vesilesiyle yapılan bazı değişiklerin böyle bir arayışın ürünü olduğunu düşünmek fazla iyimser geliyor bana. Hem anayasa tartışmalarında hem yargı krizlerinde kurumsal muhalefetin yaptığı çok ciddi hataları biliyoruz ama bütün bunlarda asıl özne olması gereken toplumsal muhalefet kurumsal siyasetin kusurlarından daha geniş bir yetersizlik hali yaşıyor. Üstelik bu ciddi küresel bir mesele. Dolayısıyla meselelere biraz daha geniş bir pencereden bakıp, asıl özne haline gelebilecek toplumsal dinamikleri yeniden oluşturacak ve örgütleyebilecek bir başka tür siyaset anlayışına ihtiyaç var.

Akşener’in liderliğinde İYİP kendini her kusurdan münezzeh görüyor.

Akşener türlü vesilesiyle –kongre, Afyon konuşmaları vs– kendi dışındaki unsurları suçlu, sorunlu bularak ilerliyor. Siyaset yapmak yerine; istifalar, AKP’ye transferler, iddialar, disiplin süreçleri, açıklamalarla gündem olan İYİP hakkında hangi çıkarımda bulunabiliriz?

Erdoğan’ın yeni partneri olur mu İYİP?

İYİP ve Akşener, açık ve örtülü biçimde ileri sürdükleri hiçbir iddianın ya da imanın gereğini yerine getirmekte sorumluluk kabul etmezken, kendileri için başkaları tarafından vehmedilen “hasletlerin” kalkanları arkasında “siyaset” yaptı. Bugün İYİP ve aslında sadece kendisinin taşıyıcı olmasını liderlik güvencesi saydığı için Akşener, varlık sebebi ve gereği olarak öne sürdükleri “imkân siyasetinin” sonuna geldi. Artık muhayyel imkânlarla çağırabileceği kimse olmadığı gibi, elinde sadece seçeneksizler kalmış olabilir. Başta yapılmadığı için şimdi dönülecek bir ayar da mevcut değil. Bir tarafta iddiasının altını doldurmadığı için veya vaat edilen ikbal kapılarını başka yerde bulmak için istifa edenler, diğer tarafta yüz kızartıcı ithamların uçuştuğu atışmalar ya da “partide beğenmediğim şeyler var, izliyorum” diyen merkez yöneticileri. Bu karmaşadan hasarsız çıkmak ve çok yakına gelmiş yerel seçimde en elverişli pozisyonu üretmek, İYİP’in sorunlu bakiyesi ve sahip olduğu mevcut siyasi birikimle kolay çözebileceği bir denklem değil. Ayrıca bundan bir sene önceye göre yer alacağı bloklarda veya olası blok değişikliklerinde pazarlık şansını büyük ölçüde daraltmış durumda. Bu haliyle Erdoğan için MHP’yi ikame edecek sayısal ve siyasal seçenek olmaktan daha uzakta. 

İYİP beş yıllık sürecinin bugün geldiği nokta itibarıyla siyasette bir ağırlık merkezi olmak yerine hep tartışma başlığı olarak varolageldi. İYİP menşei olan MHP’nin son iki seçimdir gerisinde kalıyor. İYİP'de ne oluyor ne olmuyor? Ya da şöyle soralım İYİP niçin olamıyor?

İYİP’in yeni ortaya çıkmış gibi konuşulan ama başından beri sırasını bekleyen ontolojik bir meselesi var. Şimdilerde dışardan yapılan yorumlarda ve içerden gelen değerlendirmelerde, “İYİP’in çizgi değiştirdiği veya değiştireceği” konuşuluyor. Elbette bu konuşmaların kaynağı bizzat Akşener’in “kuruluş ayarlarına dönüş” sözleri. Ancak çok da eskiye gitmeyen İYİP hikâyesine bakınca, kuruluş ayarlarından bahsetmek gerçekten mümkün mü? Ayrıca bir değişiklikten bahsetmek için, önceden tanımlı bir çizginin varlığı gerekmez mi? Kimse birbirini kandırmasın, İYİP ne bir siyasi çizginin, ne bir uyumlu kadronun ne de net bir ideolojik yörüngenin temsilcisi olarak ortaya çıkmadı. Kendisini ihtiyaçlar için bir imkân olarak sundu ve bu ihtimali canlı tutabildiği yere kadar yürüyebildi. Bu yapısal krizi çözme imk3anları ve yeteneğini bu aşamada yeniden tedarik edebilmesi zor.

Yönetim değişikliği yaşayan CHP diğer muhalefetle mesafesini nasıl kuracak sizce? Bir de İktidara alternatif oluştururken benimsemesi gereken politika stratejileri hakkındaki görüşlerinizi paylaşır mısınız?

CHP’nin kongre sürecinden hem kendisinin hem muhalefetin genel seçmeninin taleplerine uygun bir sonuçla çıkması, üzerinde toplanan olumsuz tepkiyi bir nebze rahatlatmış gibi görünüyor. Ancak yaklaşan yerel seçim dolayısıyla yine fazla eklektik bir ittifak-işbirliği strateji kurulacağı, bunu bir zorunluluk olarak gördüğü de anlaşılıyor. Dolayısıyla sonuca endeksli ve bu yüzden hayli riskli bir döneme giriyor. Bu şartlarda derli toplu bir politik tutum değişikliği pek gerçekçi görünmüyor. Belki biraz daha aktif, kısmen daha cesur gibi duran bazı çıkışların siyasi zemini ne kadar belirleyeceğini daha çok diğer aktörlerin tutumuyla şekillenecek. Özellikle de iktidarın stratejisi ve diğer aktörleri kendi stratejiyle uyumlu bir hatta tutmaya devam edip edemeyeceği önemli. Özellikle temel siyasi meselelerde ekonomide, dış politikada bazı güncel çıkışlar olabilir ama bunun radikal bir politika değişikliği olarak seçmene yansıması o kadar kolay görünmüyor.