Dylan’ın bir folk/rock ikonu ve şair olarak becerisini sorgulayacak değiliz. Dünyaca tanınan ve şarkıları hala dinlenen bir yorumcudan söz ediyoruz. Fakat bütün bunlar Nobel Edebiyat Ödülü’nü almaya yeter mi?

Geçmiş ola, mavi gözlüm!

MELTEM GÜRLE / @MeltemGurle

Bu sene Nobel Edebiyat Ödülü, konuyla ilgilenen hemen herkesi şaşkınlığa uğratarak, Amerikalı şarkı yazarı ve besteci Bob Dylan’a gitti. Şaşkınlığın bir kısmı, dünyanın en prestijli edebiyat ödülünün bir müzisyene verilmiş olması ise, bir diğer kısmı da bu sene ödülü alacağı umulan isimlerin her birinin kuvvetli adaylar olmasıydı. Listedeki isimler, son dönemin en çok okunan romancılarından biri olan Haruki Murakami’den Yarınki Yüzün üçlemesinin yazarı Javier Marias’a, Norveçli oyun yazarı Jon Fosse’dan eşi benzeri olmayan Don DeLillo’ya, Suriyeli şair Adonis’ten Arnavutluk’un dev yazarı Ismail Kadaré’ye kadar uzanıyordu. Neredeyse 25 senedir Nobel Ödülü’nü alacağı söylentileri dolaşan Amerikalı öykücü ve romancı Joyce Carol Oates ise bence listenin en ağır toplarından biriydi.

İsveç Akademisi bu ödülün Dylan’a “köklü Amerikan müziği geleneğine kattığı yeni ve şiirsel anlatımlar nedeniyle” verildiğini ilan etti. Dylan’ın bir folk/rock ikonu ve şair olarak becerisini sorgulayacak değiliz. Dünyaca tanınan ve şarkıları hala dinlenen bir yorumcudan söz ediyoruz. Fakat bütün bunlar Nobel Edebiyat Ödülü’nü almaya yeter mi? Akademi’nin açıklamasından sonra bu konudaki fikri sorulan Joyce Carol Oates, ismi son on senedir adaylar arasında geçen Bob Dylan’ın ödülü almasına şaşırmamamız gerektiğini söylemiş ve eklemiş: “Ancak bu ödülü Beatles’ın hayatta kalan üyelerine vermek de aynı ölçüde heyecan verici ve ani bir esinlenmeyle alınmış bir karar olurdu. Netice de onların müziği de en az Dylan’ınki kadar, hatta belki de daha önemli.”

Joyce Carol Oates’ın ince üslubuna aşina olanlar, buradaki istihzayı hemen hissedeceklerdir. Onun güçlü fikirlerini ve sağlam duruşunu bilenler de, yine aynı konuşmanın sonunda Dylan’ı bu ödülü “demokrasinin tehdit altında olduğu bu karmaşık dönemde” siyasi bir etki yaratmak için bir fırsat olarak kullanmaya çağırmasına şaşırmayacaklardır.

Bütün bunlar bir yana, benim için Oates’ın açıklamasında en çarpıcı bölüm, çok sevdiğim bu yazarın Dylan’ın müziğine istinaden “özellikle 60’lı yıllarda, kelimenin gerçek anlamıyla, hepimize musallat olmuş gibiydi,” demesidir. Bu “musallat olma” hali beni düşündürdü. Oates’un bu ifadeyi seçmesinin, 1966’da yazdığı “Where are you going, where have you been?” (Nereye gidiyorsun, Nereden geldin?) adlı meşhur öyküsüyle bir alakası olduğunu düşündüm. Bir de tabii bu öyküye ilham verdiği söylenen “It’s All Over Now, Baby Blue” (Geçmiş ola, Mavi Gözlüm!-1965) adlı Dylan şarkısını.

Bu öyküde, 60’lı yıllarda yeniyetme bir kızın müzik ve hayallerle dolu hayatından küçük bir kesit görürüz. Cinselliği yeni uyanan, güzelliğinin erkeklerin üzerindeki etkisinin farkına vardıkça yeni keşfettiği bu gücün tadını çıkarmaya başlayan, ama aslında hala çok masum olan Connie’nin hikayesidir bu. Sıcak bir yaz günü, evdeki herkes yakınlarda bir yere öğle yemeğine gitmişken, Connie kapıda bir arabanın kendisini beklediğini görür. Altın rengine boyanmış bu üstü açık arabada iki adam oturmaktadır. Adamlardan biri (Connie onu önce kendi yaşlarında biri zanneder ama sonra en az 30 yaşında olduğunu fark edip irkilir) arabadan iner, kapıyı açar ve “Bir tur atmak ister misin?” diye sorar. “Karmakarışık kapkara, neredeyse bir peruk gibi görünen çılgın saçları” vardır ve sırıtıp durmaktadır. İkisi radyoda çalan “Bobby King” diye birinden söz ederler. Adam isminin Arnold Friend olduğunu söyler ve bundan sonra Connie’nin de arkadaşı (friend) olacağını ekler. Arnold, korkutucu bir şekilde kendinden emin, afili ve çenebazdır. İkisinin arasında masum bir flört gibi başlayan konuşma yavaş yavaş tehlikeli bir hal alır ve öykünün gerilimi gitgide yükselerek okuyucuyu bir aşk hikayesinden çıkarıp bir korku hikayesine doğru sürükler.

Nefis bir hikayedir, “Nereye Gidiyorsun, Nereden Geldin?” Bir genç kızın çocukluktan kadınlığa geçişinin hikayesidir aslında. Bu geçişin pek de iyi bir şey olarak tecrübe edilmeyeceğini hissettirir bize. Boş hayallerle oyalanan toy bir genç kızın gerçek dünya ile karşılaşmasını anlatır. Bu dünya, Arnold Friend’in temsil ettiği tehditkar erkeklikte vücut bulur kendine ve tamamen düşmanlaşmış bir “öteki” olarak eşikte belirir. Evinin kapısından adım attığı andan itibaren, Connie’nin karşılaşacağı şey budur.

Oates bu öyküyü Bob Dylan’a ithaf etmiştir. Bunda radyoda çalan ve ismi Bob Dylan’ı andıran Bobby King’in olduğu kadar, karışık siyah saçlı ve kuş-suratlı Arnold Friend’in de payı vardır. Tekinsiz biridir bu adam. “Sanki birkaç gündür traş olmamış gibiydi,” diye tarif eder Oates onu. Uzun ve kıvrık burnu ile garip bir kuşa benzer. Yakışıklı biri değildir. Kısa boylu ve asabidir. Ama yüzünde tanıdık bir şeyler vardır, ona “hayır” demeyi zorlaştıran bir şeyler.

Bu şeytani karakterde, Oates belli ki Dylan’ın bir ikizini yaratır. Karşı konulmaz çekiciliği ve delici bakışlarıyla Arnold Friend, insanın felaketi olacak türden biridir. Ve işte bu felaket, gencecik toy bir kızın, böyle bir adamla nasıl baş edeceğini bilemeyen Connie’nin kapısını çalmaktadır şimdi. Onu alıp evinden uzaklara götürmek için bekleyen zamansız bir yaratık gibi eşikte durmaktadır. Öyküye ilham verdiği söylenen Dylan şarkısında şöyle der: “Kapını çalan serseri / Bir zamanlar senin giydiklerini giyiyor şimdi / Yak bir sigara, her şeye yeniden başla / Geçmiş ola, Mavi Gözlüm”

Edebiyatta kimin kazandığına karar vermek her zaman kolay bir iş değil. Ancak zamanın büyük ironisi içinde, bu müthiş öyküyü yazan Oates olsa da, son sözü Dylan’ın söylediğini kabul etmek gerekiyor. Nobel ödülü ile birlikte, bir kez daha deri ceketini üzerine geçirip kapıda belirdi ve Oates’in o kocaman güzel gözlerinin içine bakarak, “Geçmiş ola, Mavi Gözlüm!” deyiverdi. Bize de herhalde bunun üzerine bir sigara yakmak kalıyor.