Geçse de yolumuz zaferlerden, saraylara çıkabilir seçimler

Doç. Dr. Ulaş BAYRAKTAR

Bugün 23 Nisan ya umarım neşeyle doluyorsunuzdur. 1 Nisan sabahından beri yaşanan umut ve mutluluk dalgası bunu yakın zamanlara nazaran oldukça muhtemel kıldı. Eğer bu keyfin tadını daha da çıkarma niyetindeyseniz yazıyı okumamanızı tavsiye ederim. Çünkü yerel seçimlerin ardından hissettiklerim arasında mutluluk ve umudun yanında epey bir tereddüt ve korku da var. Ulusal Egemenlik Bayramı’nı da vesile bilerek 31 Mart seçimlerinin halk iktidarı ve demokrasi bakımından ne anlama geliyor olabileceği üzerine düşünmek istiyorum.

Fransız Sosyolog Raymon Aron’un Osmanlı’nın son dönemine dair çok sevdiğim bir tespiti vardır. “Biz” der Aron, “gelişmişliği fabrika bacasında görürken, Türkler parlamento binasında görüyorlardı.” Bugüne kadar taşınabilecek bir saptama gibi gelir bana bu söz. Zira Cumhuriyet döneminde de değişimi yasa ve hatta anayasa değişiklikleri yaparak, seçim kazanarak ya da yeni kurumlar ve hükümetler kurarak sağlayabileceğimizi inanmaya devam ettik ve ediyoruz.

31 Mart seçimlerinin ardından da yine bu naif inancımızı hatırladım. Evet, Cumhuriyet Halk Partisi tarihinin en tartışmasız zaferine imza attı. Artık Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde 74’ü milli gelirin 73,41’i CHP’li kadrolar tarafından yönetilecek kentlerde yaşıyor. Başkanlık rejiminin anti-demokratik ve hukuksuz uygulamalarından yılmış, ekonomik krizden tarumar olmuş, toplumsal ve politik gerilimlerden bıkmış yığınlar için bu çok büyük bir umut kaynağı elbette. Ama bunun demokratik bir ulusal egemenlik rejiminin tesisi bakımından ne kadar anlamlı olduğu konusunda tereddütlerim var. Eski hamamda göreve gelen yeni tasların ne kadar büyük farklar yaratacağını henüz bilmiyoruz. Çünkü yaşadıklarımız kişilerin zaafların ötesinde yapısal marazlardan malul. Adayların belirlenmesinin merkezliğinden, uygulamaya konan politikaları etkileyen çıkar ve ilişki ağlarının baskınlığına, yurttaşın ses ve etkisinin cılızlığına kadar çok yapısal sorunlar hala karşımızda. Düşünsenize seçim öncesi adaylık tartışmaları şimdi mazide soluk bir yaprak gibi duruyor ama bence önümüzdeki günlere dair çok önemli ipuçları taşıyor o dönem. Zaferin büyüklüğü o gerilimleri şimdilik sümen altı etti ama içkin olarak sürüyor bu kadar bağımsız ya da parti değiştirmiş adaya yol açan gerilimler.

Seçim sonuçlarına biraz yakından bakınca bu gerilimlerin sonuçları görülebiliyor. Evet AKP’nin kalelerinde beklenmedik başarılar elde edildi ama ya CHP’nin kalelerinde durum ne peki? Sosyal demokrat belediyeciliğin vitrini sayılan Eskişehir’de, İzmir’de, Şişli’de, Beşiktaş’ta, Karşıyaka’da, Konak’ta, Bornova’da, Seferhisar’da, Konyaaltı’nda, Nilüfer’de düşen oy oranlarına dair de bir durup düşünmek gerekmiyor mu?

Veyahut, iktidardan devralınan belediyelerin borç, yolsuzluk, şatafat ve bankamatik çalışan hikayelerini bolca duyuyoruz da başkanı değişen CHP’li belediyelerde kırılıp da yenin içinde kalan kol hikayeleri kulağımıza pek çalınmıyor haliyle.

Daha fazla detaylandırıp, keyfinizi iyice kaçırmayayım. Meramımı ifade ettim sanırım: Evet 2024 yerel seçimleri büyük bir umut kaynağı, fırsat penceresi ama bunun ulusal egemenliğin tesisi bakımından cepte görülecek bir zafer olduğunu ilan etmek için erken çünkü çok eleştirdiğimiz tek adam rejiminin de seçimler yoluyla kurulduğunu biliyoruz. Seçimle gelen seçimle gitse bile tesis edilen rejim ton farkları ile devam etme riski taşıyor çünkü mevcut yapı ve hakim kültür mevcudun sürmesine zemin hazırlıyor. Tanıl Bora bu yılın başlarında iktidar kültürünün nasıl tüm toplumda hegemonik hale geldiğini harika bir şekilde özetlemişti. Teşrifat deseniz “post-modern rokoko stili her yerdedir”; liyakat her meslek ve kesimde ihmal edilmektedir; nobranlık, “genel itibar ve haklılık nişanı olarak çehrelerdedir”; prekarizasyon sadece hukuk için emek için değil günlük hayatın tümü için geçerlidir, istisna hali daimi, zamanın kelimeleri herkesin dilindedir; sinizm anti-entelektüalizmle beslenen bir otoritedir, linç ulusal bir spordur ve tüketim kültürden azade pek kimse kalmamıştır.

Bora’dan ilhamla demem o ki ulusal egemenliğin tezahürünü oy sandıklarının ötesindeki bir düzeye taşımak ancak kültürel bir dönüşüm ile mümkün olabilir. Böylesi bir dönüşümün yolu da yıllardır tüm siyasi kurum ve aktörleri, toplumun her kesimi boyunduruğuna almış kültürel kodlara karşı mütevaziliği ve sadeliği şiar edinmiş, liyakatle adilane işleyen ve barışa hizmet eden bir kültürün savunuculuğunu ve aktivizmini yapmaktan geçecek. Hasrettik 1 Nisan sabahı yayılan umut dalgasına. Artık o umudu daim kılacak yapısal adımları atma ve attırmanın yollarına düşebiliriz.