Büyümek ya da büyümemek, işte bütün mesele…

Özgürlük ne ki? Özgürlüğün negatif tanımı yani bütün sorumluluklardan ve zorunluluklardan azat olma durumu ...

“Gelecek”i pek kimse seyretmeyecek; belki bin, belki iki bin kişi… Onların da çoğu beğenmeyecek. Ama benim için yılın en iyi filmlerinden biri. Bu görüşümü pek kimsenin paylaşmayacağını biliyorum. “Gelecek” büyüyememiş, sorumlu yetişkinlere dönüşememiş bir çiftin hikâyesini anlatıyor. Bu çift, hayvan sığınağındaki yaralı bir kediyi almaya karar veriyor. Ama kedinin iyileşmesi için bir ay daha sığınakta kalması lazım. Bira ay sonra gelip almazlarsa, kedi uyutulacak (yani öldürülecek).

Başka bir canlının sorumluluğunu üstlenme kararı, kısa bir süre içinde çiftin üzerine kâbus gibi çöküyor. Son “özgür” aylarında hayatta tam ne istiyorlarsa onu yapmaya karar veriyorlar. Ama asıl sorun da burada başlıyor. Ne istiyorlar ki? Ne yapabilirler ki? Özgürlük ne ki? Özgürlüğün negatif tanımı yani bütün sorumluluklardan ve zorunluluklardan azat olma durumu çiftin hayatının iyice şekilsizleşmesine, sınırlarını yitirip tam anlamıyla tarumar olmasına yol açıyor. Kadın belki son bir çocukluğa tutunma çabası olarak, yaşlı bir adamla, bir baba figürüyle ilişkiye giriyor.
“Gelecek” bana çok dokunaklı geldi. Bazı bölümlerine o kadar giremesem de, kanımca yine de yılın en iyilerinden biri. Yönetmen ve oyuncu Miranda July’ın çalışmalarını bundan böyle daha bir merakla bekleyeceğim.

“İÇİNDE YAŞADIĞIM DERİ”

Aşk her şeye kadirdir!

Spot: ''Film, hiç soluklanmadan, seyircisini bir an bile rahatlatmadan ve gerilimi elden bırakmadan ustaca kotarılmış bir denklem ve kurguyla finale doğru koşuyor.  Bütün bu süreçte bize özdeşleşebileceğimiz bir karakter de sunmuyor. Sunuyor da, yeterince tanıyamıyoruz o karakteri''

Almodovar deyince akla sanki daha çok hoppa, rengârenk ve tutkulu erkek ve kadınların akıl almaz işler yaptıkları filmler geliyor. Akıl almaz işler yapmak sabit olsa da, Almodovar sinemasının çok karanlık bir damarı da hep oldu. Hitchcock’un gerilim filmlerinden ve Douglas Sirk’ün melodramlarından esinlendiği bu filmler de Almodovar’ın filmografisinde önemli yer tutuyor. Son filmi “İçinde Yaşadığım Deri” (İYD) de bu karanlık damarın yeni bir temsilcisi.  Bu kez Almodovar Frankenstein filmlerinden ve Georges Franju’nun “Les Yeux sans Visage”ından (Yüzsüz Gözler, 1959) etkilenmiş, daha çok.  Film sürekli, sürprizli dönemeçlerden geçtiğinden konusunu  hiçbir şeyi açık etmeden özetlemek imkânsız. Bu nedenle, filmin sizin için bakir kalmasını istiyorsanız yazının gerisini filmi seyrettikten sonra okuyunuz. Hatta her eleştirim için keşke böyle yapabilseniz.

“İYD” aldatma, kardeş rekabeti, tecavüz, yas, intikam, yaşama müdahale, cinsiyet değişimi, cinayet gibi duraklardan geçtikten sonra nihayetinde aşkın ve ruhun zaferiyle sonuçlanan, karanlık olduğu kadar iyimser de olan bir film. Ama iyimserlik ancak filmin finalinde karşımıza çıkıyor. Film, hiç soluklanmadan, seyircisini bir an bile rahatlatmadan ve gerilimi elden bırakmadan ustaca kotarılmış bir denklem ve kurguyla finale doğru koşuyor.  Bütün bu süreçte bize özdeşleşebileceğimiz bir karakter de sunmuyor. Sunuyor da, yeterince tanıyamıyoruz o karakteri.

Robert Ledgard (Antonio Banderas)genlerle oynayan, hayvan genleriyle insan genlerini birleştiren deneyler yapan usta bir cerrah. Fakat bir psikopat. Hem karısı hem de kızı intihar ettikten sonra Legrand korkunç bir plan yapıyor. Hem kızının ölümüne neden olduğunu düşündüğü gençten intikamını alacak hem de karısını geri getirecektir. Fakat Legrand’ın yaptığı bütün kötülükler, genç adam üzerinde uyguladığı bütün deneyler, sonuçta yine de o genç adamın gerçek aşkına kavuşmasından başka bir şeye yaramayacaktır. Bir tür kadercilik mi? “Vücuduma sahip olabilirsin ama ruhuma asla”nın yeni bir versiyonu mu?

Almodovar’ın bu son filmi ustaca kurgulanmış olmasına rağmen, garip bir şekilde etkisiz ve hatta ruhsuz. Almodovar adının Arapçada tepe, kale gibi anlamlara gelen “el mudawwar”dan  türediğini de ekleyeyim. Belki bir gün lazım olur.