Gelecek ne uzun kelime
Doğuş SARPKAYA
Her yeni yıl yeni umutlar, beklentiler taşır. Lakin önümüzdeki günlerle ilgili umudumuzu yitirdiğimiz bir çağda yaşıyoruz. Sadece savaşlar, toplumsal travmalar, otoriterleşen devlet aygıtı değil bunun nedeni. Günden güne etkisini derinden hissettiren ekolojik felaket de karamsarlığımızın giderek artmasına neden oluyor. Çalışma rejimindeki değişikliklerle birlikte, toplumsal hayat içinde tutamaklarımızın kaybolması, istikbalimize dair kaygılarımızı artırıyor.
Oysa geleceğe dair “iyimser olmayan” bir umut beslememiz için nedenlerimiz var. Bilimsel gelişmeler sayesinde pek çok hastalık tedavi edilebilir hale geldi. Sağlık literatürüne yeni hastalıklar eklendi ama son yüz yıl içinde bir taraftan bebek ölüm oranları hızla düşerken yaşam süresinde inanılmaz bir artış kaydedildi. Tüm dünyada okuryazarlık oranları ve bilgiye ulaşım olanakları arttı. Buna rağmen önümüzdeki günlerin karanlık olduğu hissinden bir türlü kurtulamıyoruz.
TARİH MELEĞİ VE DİSTOPİK GELECEK
Benjamin’in Klee’nin meşhur tablosunu yorumladığı tezinde olduğu gibi gözlerimizi tarihe dikip, ileriye doğru sürüklenmiyoruz bu sefer: tam tersine geleceğin ışığı far görmüş tavşan gibi bizi olduğumuz yere sabitledi. Orada yaşanacaklara dair bütünlüklü bir toplumsal iddiamızın olmaması korkularımızı artırıyor. Bu da ister istemez edebiyatın konu havuzunu daraltıyor.
Son dönemde edebiyattan sinemaya pek çok eserin distopik hikâyeler anlatmasının nedenlerinden biri de bu. Dünyada her gün yeni örnekleriyle karşılaştığımız bu türün bizim topraklarımızda da karşılığını bulması kaçınılmazdı. Tahsin Yücel’in, ülkenin bugünlerini gözler önüne seren uyarı fişeği, Gökdelen’i, Mahmut Eşitmez’in Liberhell’i, Gaye Boralıoğlu’nun Alametler Kitabı çok satan yazarların modaya uyarak kaleme aldıkları karşı ütopyaların yanında, parıldayan eserler oldular.
ŞİMDİNİN KARANLIĞI
Geleceğe dair umutsuzluğun başka bir yan etkisi ise şimdiye sıkışma. Şimdiye sıkışmanın yarattığı klastrofobik ortam, yazarları insanın içine yönlendirdi. Bunun iki sonucu oldu: Bunlardan ilki bireysel kaçış olanaklarının araştırılmasına yönelik sahte bir umudu besleyen kişisel gelişim saçmalıklarındaki artıştı. İkincisi ise insanın kötülüklerinin araştırılmasına yönelik samimi bir çabaya yataklık etti. Bu tarz bir yönelim nitelikli edebiyata ulaşmanın yollarının açılmasına da neden oldu. Çoğu son yirmi yılda yazılan pekçok eser, gelecek günlere dair umutsuzluğumuzun kaynağının insanın toplumsal kötülükten beslenen ama kimi zaman da nedensiz ortaya çıkan şeytaniliğinden kaynaklandığını ortaya koydu.
Erken kaybettiğimiz yazarlarımızdan olan Cahide Birgül’ün tüm romanları, Gölgeler Çekildiğinde, Geceye Uyananlar, Ah Tutku Beni Öldürür müsün?, Eflatun Koza, toplumsal ile bireysel arasında salınan felaket fikrinin peşinden gider mesela. Melike Uzun’un Kürar’ı, Engin Türkgeldi’nin Orada Bir Yerde’si de edebiyatımızda eksik olan kötülük temasını merkeze yerleştirir.
YİNE DE UMUT
Bu karanlık tablonun yarattığı edebiyat ortamının da karanlık olacağına dair bir önyargıya kapılmamız kaçınılmaz gibi gözüküyor. Oysa geleceğe dair umutların kaybolduğu bu dönemde “beşinci günün şafağına kadar” dayanmamızı öğütleyen eserler de kaleme alınıyor. Mesela dünya edebiyatında post modernizmin etkisinin azaldığını, gerçekçiliğin yeni biçimlerde yeniden kendine bir yol açtığını, bunun bizim edebiyatımızı da olumlu anlamda etkileyeceğini düşünmemiz için elimizde yeterli veri olduğunu düşünüyorum. 2000’li yıllar öykücüleri umudumuzu destekliyor.
Yayıncılık dünyasındaki krize rağmen, inatla yazmayı sürdüren, insan hikâyelerini kovalayan, teknik olarak kendini geliştirmeye adayan bir yazar kuşağının da kendi okurunu yaratabileceğine dair (bu sefer iyimser olan) bir umuda sahibim. Çünkü gelecek fikrinin kaygılarımızı tetiklediği bir zamanda edebiyatın iyileştirici gücüne inanmak gerekiyor.