Kararsız bir ikinci film...

Kararsız bir ikinci film
 
Özcan Alper ilk filmi ‘Sonbahar’da çok güçlü bir duygu yakalamayı başarmıştı. Bu duygu o kadar güçlüydü ki, filmin kusurlarını unutturuyordu. İkinci filmde ne yazık ki bir düşüş olmuş

‘Gelecek Uzun Sürer’ (GUS) ile ilgili tek bir sıfat kullan deseler herhalde ‘kararsız’ derdim. GUS benim için ne anlatmak istediğine karar verememiş bir film. Her şey ve hiçbir şey hakkında bir film. Filmin üç temel karakteri var diyebiliriz. Sumru, İstanbullu bir etno-müzikolog. Sumru’yu, bir tren yolculuğu sırasında devrimci bir grup gençle ‘Venceremos’u söylerken görüyoruz ilk kez. Sumru’nun devrimciliğine ilişkin film boyunca başka hiçbir şey yok. Sumru’nun o grupla ilişkisi neydi ve nasıl yok oldu anlamıyoruz. Sumru belki tamamen sevgili kontenjanından gruba dahil olmuştu ama bunları biraz açması gerekirdi filmin. Filmin başındaki bu tren yolculuğu sırasında filmin diğer önemli karakterlerinden, Sumru’nun sevgilisi Harun’la da tanışıyoruz. Harun, Sumru’ya bu yolculukta bir veda mektubu veriyor. Mektuptan Harun’un dağa çıkmaya, mücadelesini askeri yöntemlerle sürdürmeye karar verdiğini anlıyoruz. Harun’u bu noktaya ne getirdi, bilemiyoruz. Harun’un daha sonra ne yaptığını da bilemiyoruz. Tabii ki tahmin edebiliriz ama bu bizim kafamızda bir Harun karakteri yaratmaya yetmiyor. Filmin aslında Harun’a yakılmış bir ağıt olarak tasarlandığını da düşünüyorum. Ama seyirci Harun karakterini neredeyse hiç tanımıyor ve nihayetinde Harun’un ‘şiddeti’ seçmesinin, birilerinin ölümüne neden olduğunu da tahmin edebiliyor. Keşke Harun karakteri daha az romantize edilmiş ve daha ayrıntılı çizilmiş olsaydı. O zaman o ağıta katılmak daha kolay olurdu.

DERİNLEŞTİRİLMEYEN KARAKTERLER
Film Harun’u ve Sumru’yu çevreleri içinde tanıştırdığı tren yolculuğundan 3 yıl sonraya sıçrayarak devam ediyor. Sumru’yu bu kez devrimciden çok “özgür kız” imajına uygun bir halde görüyoruz. Sumru yine bir trende ama bu kez Diyarbakır’a ağıt derlemeye gidiyor. Sumru, Harun’dan haber almayalı 6 ay kadar olmuş. Diyarbakır’a vardığında filmin diğer önemli karakteri, korsan dvd’ci Ahmet’le tanışıyor ve Sumru’yla Ahmet devletin zulüm tarihini birlikte keşfetmeye başlıyorlar... Sumru ağıt derlemek kararından sanki vazgeçiyor ve önceliği sözlü tarih çalışması yapmaya veriyor. Sumru ve Ahmet Kürtlere uygulanan zulmü, kurbanların ağzından dinliyorlar, kaydediyorlar. Ahmet her şeyin farkında olan ama aktif olarak politikayı seçmemiş genç bir Kürt; filmin ete kemiğe bürünmeye en yakın duran ama yine de derinleştirilemeyen tek karakteri.

Sözlü tarih çalışması bölümlerinde film bir belgesele dönüşüyor neredeyse. Tanıkların ağzından köy yakmaları, yargısız infazları dinliyoruz. Hayvanlar bile bu zulümden nasibini almış. Bilsek bile, duysak bile her seferinde bu zulüm karşısında insan şaşırıyor, bu kadar kötülük nasıl mümkün olur, anlamakta güçlük çekiyor. Filmin en etkili sahneleri bunlar fakat bu sözlü tarih çalışmasıyla filmin geri kalanı birbirine geçmiyor. Kopuk kalıyor.

1915’te Ermenilerin katledilişi de filmde Ermeni bir rahip aracılığıyla dillendiriliyor. Zaten Sumru Hemşinli, dolayısıyla muhtemelen Ermeni kökenli.

Derken Sumru Harun’un izini keşfediyor. Harun’un Hakkari’de ölmüş ve gömülmüş olabileceğini anlıyor ve film bundan sonra Ahmet ile Sumru’nun Hakkari’ye yolculuğuna, Harun’un mezarını arayışının hikâyesine dönüşüyor. Filmin temposu bu bölümlerde çok düşüyor.

Filmin bir başka kusuru da bazı  karakterlerin çok silik oluşu. Mesela Sumru’nun Diyarbakır’daki arkadaşı Leyla’yı tanımamızla kaybetmemiz bir oluyor. Leyla kimdi, Sumru’yla nasıl bir ilişkisi vardı, filmde niye var, anlayamıyoruz. Sumru Ahmet’i seviyor mu? Yoksa bilmediği bir coğrafyada onun arkadaşlığını işlevsel mi buluyor? Sumru, Ahmet’e yönelik ne hissediyor, anlamıyoruz. Ahmet’in Sumru’ya aşık olduğunu biliyoruz. Filmin en güzel anlarından biri Ahmet’in ayna karşısında kendi kendisiyle dalga geçtiği sahne. Taşralı bir gencin İstanbullu kız karşısındaki hayranlığı ve bu hayranlıkla kavga edişi ne kadar güzel bir tema olurdu, işlenseydi. Ama devamı gelmiyor.  Film sanki bir türlü neye odaklanacağına karar veremiyor ve bunu en iyi final sahnesi simgeliyor. Sumru, Harun’un mezarını bulmuştur ve büyük acı çekmektedir. Bir göl kıyısında yürür. Genel planda bu yürüyüşü izleriz. Sumru yürüyerek çerçeveden çıkar; filmin bittiğini sanırız… ve Sumru çerçeveye yeniden girer. Bu kararsız final, filmin genel kararsızlığıyla mükemmel biçimde örtüşüyor.

SONBAHAR'I AŞAN BİR ÇIKIŞ DİLİYORUM
Karakterlerin içinin doldurulamadığı, belgesel bölümlerle kurmacanın birbirinden kopuk durduğu, göndermelere boğulmuş, akmayan bir film olmuş GUS. İngilizcede “sophomore slump” diye bir terim var. Üniversite öğrencileri başarılı bir yılın ardından ikinci yıl düşüşe geçermiş. Terim temelde bunu ifade ediyor ama genelde başarılı bir başlangıçtan sonra gelen bütün düşüşler için kullanılıyor. Özcan Alper ilk filmi “Sonbahar”da çok güçlü bir duygu yakalamayı başarmıştı. Bu duygu o kadar güçlüydü ki, filmin kusurlarını unutturuyordu. İkinci film ne yazık ki bir düşüş olmuş. Bu düşüşün hayırlara vesile olmasını, Alper’in Sonbahar’ı da aşan bir çıkışa geçmesini diliyorum.

***

ÖLÜMSÜZLER: TANRILARIN SAVAŞI
Tartışma! İnançlı ol ve öldür!

‘Ölümsüzler: Tanrıların Savaşı’ (ÖTS) ile ilgili birkaç şey söyleyip keseceğim. Birincisi film ‘300’ün izinde gidiyor. Yani faşizan bir film. Batı uygarlığını temsil eden Yunanlılarla düşmanları arasındaki savaş yine konu edilen şey. Yunan mitolojisi güya filmin kaynağı ama mitoloji baştan sona çarpıtılmış durumda. Film batı uygarlığına birkaç ders veriyor. Bu derslerden birincisi: Dindar olacaksın! Tanrıya (tanrılara) inanacaksın! İkincisi düşman şiddetin dilinden anlar, konuşmayacak, öldüreceksin! Müzakere etmek, uzlaşma aramak filan boş şeyler! Üçüncüsü düşman gücünü inancından alıyor! Ama düşmanın inancı yanlış! O inancın kaynaklarını da kurutacaksın!

Ah tabii, bir de kötü Titanların renkleri var. Beyaz olmadıkları kesin!
Yine kaslı erkek bedenleri yüceltilmesi, yine sınırsız bir şiddet çabası… Yazık! Bilindiği gibi Hint dilleri (Sanskritçe, Bengali vb.) ile Batı dilleri aynı  ailedendir. Hintli yönetmenlerin kendilerini Avrupalılıkla özdeşleştirmeleri, Shyamalan’dan sonra Tarsem Singh’in de ırkçı tonlar taşıyan bir film yapması herhalde bu özdeşleşmeyle açıklanabilir.