Bahman Ghobadi, Abbas Kiyorastami’nin asistanlığını yaptıktan sonra 2000 yılında “Sarhoş Atlar Zamanı” (ŞAZ)filmiyle İran Kürt sinemasının öncüsü oldu. ŞAZ, Kürtçe çekilen ilk İran filmiydi ve Cannes’da Altın Kamera ödülü alarak büyük bir başarı da elde etti. Ghobadi sonraki filmleri Kaplumbağalar da Uçar (2004) ve İran Kedileri Hakkında Kimse Bir Şey Bilmiyor’la (2009) da uluslararası ödüller kazandı. Fakat “İran Kedileri…” Gobadi için bir şeylerin sonunun geldiğini belli ediyordu. İran’da, İngiliz müzik dergisi NME okuyan, gizli gizli indie rock yapmaya çalışan gençlerle ilgili bir filmin İslam rejiminin hoşuna gitmeyeceği açıktı. Gobadi de birçok meslektaşı gibi tehditler almaya başlayınca, daha önce Mahmalbaf’ların da yaptığı gibi ülkeyi terk etti. Kalanların başına da Cafer Panahi gibi film yapma yasakları, ev hapsi gibi cezalar geldi, gelmeye devam ediyor. İran’ın başında daha evvelden de berbat bir rejim vardı. Ama Persopolis’te (Marjane Satrapi) de gördüğümüz gibi intikamcı, kindar İslamcıların kurduğu rejim eskisini bazı açılardan aşmayı da başardı. Eskiden hapis cezasıyla kurtulmaları mümkünken, birçok aydın meydanlarda asıldı.
 
Artık sürgünde yaşayan bir yönetmen olan Gobadi, İran’ı İslam devriminin hemen öncesinde terk eden İran’ın efsanevi oyuncularından Behrouz Vossoughi’yle birlikte çalışma fikrinin, “Gergedan Mevsimi”nin başlangıcında yer aldığını söylüyor. Film, hem yazar hem de yönetmenin yaşadığı sürgün deneyimiyle ortak yanları olan bir başka hapis ve sürgün hikayesini konu alıyor ve yine bir sanatçının, bu kez İranlı bir şairin yaşadıklarından yola çıkıyor.
 
Gergedan Mevsimi’nin Ghobadi’nin eski filmleriyle ortak yanları da var, farklı bir anlatımı da. Öncelikle filmin isminde yine bir hayvan ismi var: Atlar, kaplumbağalar ve kedilerden sonra bu kez gergedanlar var sırada. Ghobadi, bu konuda havyanları insanlardan daha çok sevdiğini, onları sinema salonlarına davet edemediği için, isimleriyle sinemalara taşıdığını ama ismin de elbette bir şeyler ima ettiğini ve seyircinin bu konuda düşünmesini istediğini söylüyor. Gergedanlar belki Ionesco’nun “Gergedanlar”adlı oyununa (ki faşizmin yükselişinden söz eder) bir göndermedir, belki soyu tükenmekte olan bir türe işaret etmektedir, belki de kalın bir derinin altındaki kırılganlığa, bilemiyorum.
 
“Gergedan Mevsimi” Ghobadi’nin gerçekçi diye nitelendirilebilecek diğer filmlerinden, sembolizmi, şiirselliği ve çizgisel olmayan kurgusuyla ayrılıyor. Sahel (Behrouz Vossoughi)İslam devrimin öncesinde İran’da ünlü bir şair; karısı Mina (Monica Bellucci) ise zengin bir ailenin (yüksek rütbeli bir subayın kızı olduğunu söyleyen yazılar da var ama ben filmde bunu fark etmedim) kızı. Mina’nın özel şoförü (Yılmaz Erdoğan)Mina’ya saplantılı bir şekilde aşık. Şoförün, tehlikeli bir şekilde araba kullanmasının ardından, Mina’ya bu sırrını açması fena halde dayak yemesiyle sonuçlanıyor. Devrimden sonra kartlar yeniden karılıyor ve bu kez şiddet uygulama sırası şoföre geçiyor. O da elinden geleni ardına koymuyor. Rejim karşıtı olarak görülen Sahel 30 yıl hapse mahkum ediliyor. Karısı Mina da işbirliğinden 10 yıla mahkum ediliyor. Şoför bu dönemde emniyette önemli bir görevdedir artık. Eski şoför, yeni emniyetçi Mina’ya kocasından boşanırsa özgür kalacağı vaadinde bulunuyor ama kadın kabul etmiyor. Hapisteyken Mina’ya tecavüz de ediyor şoför. Mina uzun süre hapisten sonra serbest bırakılıyor ama kocasının öldüğü söyleniyor. Sahel’in bir mezarı bile var, dinsizler mezarlığında. Kadınla şoförün ilişkisi, Mina istanbul’a gittikten sonra da bir şekilde sürüyor.
 
Sahel, serbest kaldıktan sonra İstanbul’da karısının izini buluyor. Bu arada tanıştığı iki fahişenin (Belçim Bilgin ve Beren Saat) şoförlüğünü yapmak da Sahel’e düşüyor. Sonra kader bir Yunan trajedisi sahneliyor Sahel’e. Daha fazla konuya girmeden burada keseyim.
 
“Gergedanlar Mevsimi”nin anlattığı trajik öykü, eğer filmin şiirselliği sizde bir etki yaratırsa işleyebilir. Şiirle arası çok iyi olmayan bende ise ne yazık ki pek etkili olmadı. Ghobadi belli ki Tarkovski ve Nuri Bilge Ceylan çizgisinde bir film yapmak istemiş. Sahel karakterini filmde neredeyse hiç konuşturmamış. Sembollere boğulmuş, fazlasıyla karmaşık kurgusu olan bir film çıkmış ortaya. Ama siz kendi kararınız kendiniz verin ve filmden ilginizi esirgemeyin. 

***
 
Bulut Atlası
Altı öykü, Üç yönetmen
 
Wachowski Kardeşler’in hep isyankar, hep politik bir yanları oldu. Tom Tykwer biraz daha flu bir yönetmen. Bu üç yönetmen yani Andy ve Lana Watcowski ile Tykwer başka örneğini hatırlamadığım bir işbirliğine girmişler ve Bulut Atlas’ını birlikte çekmişler. Gerçi aynı sahneleri üçü birden çekmemiş, Watchowski’ler beli bölümleri, Tykwer başka belli bölümleri çekmiş. Bulut Atlası büyük felsefi iddiaları olan bir film. Büyük derken, derin demiyorum. Daha çok new age tanımına uyacak cinsten, ruhani iddialar bunlar. Ve tabii filmin isyandan yana olan güzel bir yanı da var. Ama anlatılan hikayelerin bütününe bakınca pek de umut yok. Tarih bir şekilde tekerrürden ibaret. Mücadele hep var ama ezen-ezilen ilişkisi baki kalıyor.
 
Bulut Atlası iç içe geçmiş altı öykü anlatıyor. Bu öyküler geçmiş, günümüz ve gelecekte geçiyorlar, yüzlerce yıla yayılıyorlar. Temel bir fikir var film boyunca söylenen: “Hayatlarımız bize ait değildir. Geçmişte ve bugünde başkalarına bağlıyız. İşlediğimiz her suç ya da yaptığımız her iyilikle geleceğimizi doğururuz.” Kitabın yazarı David Mitchell ise “Kitaptaki bütün karakterler, biri hariç aynı ruhun yeniden doğuşlarıdır ve bu bir doğum iziyle simgelenir. Bu insan doğasının evrenselliğinin bir sembolüdür. Kitabın teması birilerinin ötekileri avlayarak, harcayarak yaşamasıdır, insanların insanları, grupların grupları, kabilelerin kabileleri, ülkelerin ülkeleri…”
 
Çok enteresan sözler değil bunlar doğrusu. Soyut ve bulanıklar. Yeniden doğum, insan doğası, ruh elbette hepimizin kullandığı ve kullanacağı kavramlar ve bunları kullanınca bir yerlerden bir doğruya dokunursunuz. Başkalarının hayatına bağlı mıyız? Evet, elbette. Ama bu bize içinde yaşadığımız toplumsal ilişkiler hakkında ne bilgi verir? Geçmiş bugünü belirler mi? Tabii ki. Ama geçmiş işlenen iyilikler ve kötülüklerin toplamı mıdır? Ruh nedir peki, insan doğası nedir? Neden biri iyiyken diğeri kötüdür? Tarih evet, sömürünün de tarihidir. Birileri diğerlerini sömürmüş, avlamış, harcamıştır. Ama nedir bunun dinamiği?
 
“Bulut Atlası”nın hikayelerini anlatmayı anlamlı bulmuyorum. İnternette bulunulabileceği gibi, hatırlanmaya değer öyküler de değiller bunlar. Kölelilik, eşcinsel aşk, güçlünün güçsüzü ezmesi üzerine öyküler bunlar, pek yeni bir şey söylemeyen ve pek akılda kalmayan. İçiçe bir kurgu yerine, kronolojik bir kurgu izlese film bence öyküler daha fazla iz bırakırlardı. Sonuçta isyandan ve erdemden yana durmasına ce iyimser olmaya çalışmasına rağmen, oldukça umutsuz bir film “Bulut Atlası”. Çünkü filmin “insan doğası” dediği şey değişmiyor ve görünen o ki, yıllar sonra durum pek de parlak olmayacak. Filmin gösterdiği umut ışığı, ne yazık ki ne inandırıcı ne de güçlü. Bu anlamda amacına hizmet eden bir film de olmamış “Bulut Atlası”, eğer o amaç politik bir direniş çağrısıysa.