Geri göndermeler Avrupa bütünleşmesinin sonu olabilir
Tüm koşullar dikkate alındığında, kabulü aceleye gelen bu anlaşmanın tam anlamıyla ve başarıyla uygulanabilme olasılığı çok zayıf görünüyor
BAŞAK KALE*
AB-Türkiye Zirvesi 18 Mart tarihinde tamamlandı. Aslında hem Avrupa, hem Türkiye, hem de insanlık adına çok acı gelişmelere neden olabilecek bu zirvenin sonuçları büyük bir zafer edasıyla AB üye ülkeleri kamuoylarına ve Türk kamuoyuna duyuruldu. Hemen arkasından, 4 Nisan itibariyle Yunanistan kanalıyla gelen 202 kişiyle AB’den ilk geri göndermeler başladı.
Bu zirvenin, Avrupa tarihinde insan hakları ve hukukun üstünlüğüne karşı inancın sarsıldığı kara bir sayfa olarak anılacağını söylemek abartılı olmayacaktır. Avrupa bütünleşmesi üzerine çalışan herkesin bildiği, 1965 “boş sandalye krizi” ve sonrasında gerçekleşen “Lüksemburg uzlaşısı” Avrupa bütünleşmesinin ne kadar hassas temeller üzerinden ulusal çıkar odaklı şekillenebileceğini göstermişti.
Bu zirve, AB bütünleşmesinde uluslar üstü çabaların en azından şimdilik bir kenara bırakılarak, ulus-devlet çıkarlarının öne çıktığının bir göstergesi oldu. AB bütünleşmesi açısından bu sakıncalı bir durum. AB’nin kendi kimliğini ve meşruiyetini insan hakları, temel özgürlükler, hukukun üstünlüğü gibi evrensel değerler üzerine inşa etmeye çalıştığı düşünülürse, bu değerlerin hiçe sayılması tüm bütünleşme projesinin temellerinin sarsılması anlamına gelir. Mülteci hakları açısından bakıldığında sorunun daha da karmaşık hale geliyor.
Kabulü aceleye gelen bu anlaşmanın tam anlamıyla ve başarıyla uygulanabilme olasılığı çok zayıf görünüyor. Zira, temeli baştan zayıf olan bu anlaşma bir çok eksiklikle aslında erken doğdu.
AB değerlerinin aşınması: Suriye iç savaşının 2011 yılında ortaya çıkmasından 2015 yazına kadar geçen sürede AB’nin sığınmacılar konusunda çok ciddi bir strateji geliştirmediğini görüyoruz. 2015 yazına geldiğinde ise birden artan geçişlerle krizin boyutunun derinleşmesi, Avrupa’da paniğe yol açtı. AB üye devletleri ve ülke vatandaşları Suriye’deki insani krizin boyutlarını ancak geçişlerin artmasıyla 2015 yılı yazında fark edebildi. Oysaki o dönemde, bölge ülkeleri olan Türkiye, Lübnan, Ürdün, Irak ve Mısır’da yaklaşık 5.5 milyon Suriyeli yaşamaktaydı. Krizlere geç ve ortak tepki verememe durumu, genelde AB için klasik bir durum.
AB, dış politika ve içişleri alanlarında ortak politikaları gerçekleştirme konusunda son 20 yıldır çeşitli zorluklarla karşı karşıya. AB, Soğuk Savaş sonrasında Yugoslavya ve Bosna krizlerinde önce dış politika alanında daha sonrasında da kriz nedeniyle kaçan mültecilerin paylaşımı ve gelecekleri konusunda ortak bir mekanizmayı geliştirmekte ve bu mekanizmaları etkili bir şekilde işletilmesinde zorluklar yaşadı. 1992 yılında AB’yi “topluluktan” “birlik” haline getiren Maastricht Anlaşması’nın amaçlarından biri, hem dış politika alanında hem de adalet ve içişleri alanında sığınma ve göç konularında ortak bazı mekanizmaların kurulması ve işletilmesini sağlayabilmekti.
Sonrasında gelen Kosova krizi, AB’nin bu alanlarda çok da derinlemesine bir gelişmeyi sağlayamadığını kanıtladı. 1999 yılındaki Kosova krizinden 2011 yılındaki Arap Baharına gelindiğinde ortaya çıkan görünüm çok da iç açıcı değildi. AB’nin Komşuluk Politikası ya da dış ilişkiler politikaları, göç, sığınma ve sınır kontrolleri alanlarında transit ve kaynak ülkelerle birçok yenilik yapmayı amaçlasa da, ortaya sınır kontrollerinin artırılması ve sığınma konusunun dışsallaştırılarak AB sınırı gerisindeki ülkelere devredilmesi sonuçları çıktı.
Arap Baharı sırasında, bunun en sorunlu örnekleri yaşandı. Arap Baharında gerçekleşen sığınmacı geçişlerinde AB, tekrar panik içinde davrandı. Fransa, İtalya sınırını kapatarak Schengen anlaşmasını bir süreliğine donduracağını açıkladı. AB içindeki külfet paylaşımı eksikliği ülke çıkarlarının ön plana çıktığı bir politik zeminde yabancı düşmanlığıyla perçinlendi ve insan haklarının korunmasının önceliği rafa kaldırıldı. Bu süreç içinde külfet paylaşımı üzerinden ve sığınma konusunda daha derin, köklü ve uluslar üstü bir sistemin güçlendirilmesi sağlansaydı, günümüzde yaşadığımız Suriyeli mültecilerin uluslararası koruma krizi, bu hukuksuzluk ve kuralsızlık içinde ele alınmayacaktı. Bu nedenle, mevcut anlaşma aceleye gelerek teknik ayrıntıları iyice düşünülmeden uygulanmaya konuldu. Amaç, Avrupa kamuoyunu teskin etmekle sınırlandı. Verilen mesajla, Avrupa halklarına mültecilerin geçişlerinin durdurulacağı ve bundan sonraki geçişlerle gelen sığınmacı, mülteci ve düzensiz göçmenlerin de geri gönderileceği müjdelendi. AB’nin temel aldığı değerler aşındı ve yıpratıldı.
Hukuka aykırılık: Yapılan anlaşmanın getirdiği geri kabul koşulları, AB müktesebatına ve AB üye ülkelerin sorumlu olduğu uluslararası hukuki yükümlülüklere aykırılık gösteriyor. Sığınma hakkı temel bir insan hakkı olarak kabul edilmiştir. 1951 de imzalanan BM Mültecilerin Statüsüne ait Sözleşme’ye taraf tüm ülkeler kendi sınırları içerisinde sığınma başvurusunda bulunan tüm kişilerin sığınma başvurusunu alıp, değerlendirmek ve bu süreç içerisinde koruma sağlamakla yükümlüdürler. Bu açılardan bakıldığında oldukça sorunlu ve hukuki temeli sakat bir sistem geliştiriliyor. Bu noktada, BMMülteciler Yüksek Komiserliği ve BM İnsan Hakları Komisyonu endişelerini açık bir şekilde ifade etse de seslerini yeterince duyurabilmiş görünmüyorlar.
1’e karşı 1 işleyemeyecek: AB’nin bir Suriyeli mülteciyi geri göndermesine karşı, Türkiye’de kayıtlı olarak “geçici koruma” statüsünde bulunan bir Suriyeli mülteciyi kabul edeceği öngörülüyor. Ancak bunun uygulanması oldukça zor olacaktır. Türkiye’de geçici koruma statüsünde bulunan ve bireysel sığınma hakkı bulunmayan Suriyelilerin, hangi hukuki çerçevede mülteci statüsü verildikten sonra yerleştirilmeye tabi olacakları konusu belirsizliğini koruyor. Ayrıca mevcut durum içerisinde bile Suriyelilerin yerleştirilmeleri için bazı kotalar bulunmasına karşın bu kotaların doldurulması da mümkün olamıyor. Geçen sene 20000 mültecinin Avrupa’nın çeşitli ülkelerine yerleştirilmesi beklenirken yaklaşık 900 mülteci yerleştirilebilmişti. Bu farkın oluşmasının çeşitli sebepleri var. Yerleştirilmek için kabul edilmek istenen mültecilerin hassas gruplardan (kadın, yaşlı, kronik hastalığı bulunan ya da refakatsiz çocuk) olması gerekirken, bazı ülkeler bu yerleştirmeler için nitelikli işçi göçü özelliklerinde mültecinin kabulünü şart koşabiliyor. Bu da sürecin işlemesini zorlaştırıyor. Koşulların sağlanması halinde bile yerleştirme birkaç yılı bulabiliyor. Bu nedenlere, Yunanistan’dan göndermeler toplu halde ve hızlı bir şekilde yapılabileceğinden, gönderme hızıyla yerleştirme hızları birbirini tutmayacaktır. Suriyeli olmayan düzensiz göçmenlerin de toplu olarak kaynak ülkelere iadeleri söz konusu olabilecek.
Mekan ve yerleştirme sorunu: 4 Nisan’dan itibaren ilk geri göndermeler başladı. Geri göndermeler sonucunda geri kabul edilen mülteci ve düzensiz göçmenlerin kalacak mekanları şimdiden sorun oluşturuyor. Muhtemelen Dikili’de yapılacak olan geri gönderme merkezine şimdiden yerel halk karşı çıkıyor. Geri kabul sonrasında gelen kişilerin ikameti ve hizmetlere ulaşımı oldukça zor olacak. AB uyum süreci içerisinde çeşitli geri kabul merkezlerinin oluşturulması ve bu geri kabul merkezlerin standartlarıyla ilgili ayrıntılar için hukuki alt yapı çalışması yapılmaktaydı. Aynı şekilde fiziki, kurumsal, mekânsal ve insan gücü alt yapısının oluşturulması da gerekiyordu. Tüm bunlar tamamlanmadan aceleye gelen bu süreçte Türkiye büyük bir yükün altına girmiş oldu ve Türkiye mevcutta sağlam bir sığınma sistemi oturtulmadan geri göndermeleri kabule başladı.
Güvenli 3. Ülke: Türkiye’nin güvenli üçüncü ülke olup olamayacağı konusundaki endişeler devam ediyor. Coğrafi kısıtlamanın devam ettiği bir ülkenin güvenli 3. ülke olarak kabul edilmesi zaten AB hukukuna aykırı. Ayrıca Türkiye’nin şu anda içinde bulunduğu demokratikleşme sürecinin işlemesiyle ilgili problemler göz önüne alındığında yine bu işlevi görmesi çok olası görünmüyor. Türk vatandaşlarına vize serbestisinin coğrafi kısıtlamanın da içinde olduğu birçok değişikliğin yapılmasıyla gerçekleşebileceği düşünülürse, vizesiz dolaşımın ne kadar uzak bir olasılık olduğu da anlaşılabilir. Vize serbestisinin olabilmesi için, aralarında Kıbrıs konusunun da olduğu birçok kritik konunun önünün açılması gerekiyor ki, bunların çözülmesi de yakın zamanda mümkün olabilecek gibi görünmüyor.
Var olan tampon bölge: Kilis, Türkiye’nin en küçük illerinden bir tanesi ve Suriye’yle olan sınırı şu anda üç farklı güç grubu tarafından kontrol ediliyor. Sınırın üç farklı bölümü; PYD, İŞİD ve muhalif güçlerin kontrolünde. Suriye muhalefetinin kontrolünde olan bölgede sınırdan yaklaşık 20 kilometre içeriye doğru olan alan yaklaşık on biner kişilik 10 adet mülteci kampı kurulmuş durumda. Kurulma amaçları her ne kadar ilk bakışta insani ihtiyaçlara hizmet vermek olsa da, şu anda burada bir fiili serbest bölge oluşturulmuş durumda. Burada ve çatışma tehlikesi olan başka bölgelerde bu kamplarda yaşayan sivillerin korunması zor olabilir.
Geri kabuller, karmaşık sorunlar yumağının ortasına oturarak, var olan sorunları çözmek bir yana, hem teknik işleyişi hem de hukuki düzeni daha da içinden çıkılmaz bir hale dönüştürdü. Almanya önderliğinde gerçekleşen bu gelişmeler, her iki taraf açısından bir zaferin işareti olmaktan çok, bir an önce bütünsel olarak değerlendirilmezse, ardı ardına gelebilecek bir krizler silsilesinin habercisi olabilir.
* Doç. Dr., ODTÜ Uluslararası İlişkiler