Hemen belirtmeliyim ki, Gezi Olayı hükümeti devirme planı değil, hukuka aykırı dayatmaya karşı tepkidir. Çünkü, söz konusu proje rant aşkıyla doğal yapıyı ve tarihi mirası yok edecek bir arayıştı, dayatmaydı.

Gezi Parkı Davası’nda hukuk ve adalet sorunu

Hukukçu Turgut KAZAN

Gezi Davası nedeniyle cezaevinde bulunan dostlara mektup yazmam istenmişti. Ben de, müdafi sıfatıyla davayı izleyen bir avukat olarak, içeridekilere mektup yazmak yerine, onlara yaşatılan haksızlığı anlatmanın daha doğru olacağını düşündüm. Örneğin, söz konusu davaya kaynaklık eden soruşturmanın, hangi tarihte, hangi savcı tarafından, niçin ve nasıl başlatıldığı, dinleme/izleme kararlarının nerede hazırlanıp, hangi yargıçlara imzalatıldığı ve 4,5 yıl saklanan bu dosyanın nasıl bir operasyonla gündeme taşındığı, açılan dava beraatle sonuçlanınca da nasıl bir tepkiyle karşılandığı ve neler yaşandığı çok önemliydi. Türkiyemizde hukuk ve adalet bekleyenlerin, tüm bunları bilmesi gerekirdi. Unutmayalım, Dreyfus bir kişiydi, ama uğradığı haksızlık büyük tartışmalara yol açtığı için Fransa yargısı bir çözüm üretmek zorunda kaldı. Doğrusu ben de, 60 yıl boyunca temel hukuk ilkelerini özümsemiş, insan hakları konusunda duyarlı, bağımsız ve kaliteli yargı için görev yapmaya çalışan bir avukat olarak, Gezi Parkı Davası’nda da aynı sonuca ulaşılması gerektiğini düşünüyor ve bekliyorum.

***

Hemen belirtmeliyim ki, Gezi Olayı hükümeti devirme planı değil, hukuka aykırı dayatmaya karşı tepkidir. 27 Mayıs 2013 günü, ‘Taksim Yayalaştırma Projesi’ adı altında, ağaçları sökülmesi başlamış, başlatılmıştır. Çünkü, söz konusu proje rant aşkıyla doğal yapıyı ve tarihi mirası yok edecek bir arayıştı, dayatmaydı. Bir kere, Koruma Kurulu projeyi reddetmişti. AMA, “biz de Koruma Kurulu Kararı’nı reddediyoruz, oraya AVM, rezidans ve otel yapacağız” denildi. Ve böyle bir yanlışın önlenebilmesi için, hemen yargıya başvuruldu. Mahkeme bilirkişi incelemesi yaptırdı. 22.04.2013 günlü 16 sayfalık raporda, plan değişikliğinin şehircilik ilkelerine aykırı olduğu apaçık ortaya konuldu. Ama, açılmış davayı ve ele alınan bu raporu dinleyen yoktu. Yine ısrarla, topçu kışlasını yapacağız, alışveriş merkezi, üstü rezidans ve otel olacak, yap-işlet-devret modeli uygulanacak deniliyordu.

İşte, bu dayatmayla başlayan, o inanılmaz ve akıl almaz ağaç sökümü tepkiye yol açtı. İnsanlar Taksim’deki bir avuç yeşili, yani Gezi Parkı’nı koruyabilmek için, en doğal, en demokratik haklarını, gösteri haklarını kullandı. Çoluk/ çocuk, anne/baba/kardeş duyan geldi ve binlerce insan parkı koruma görevi üstlendi. Yapılan çevreci ve barışçı bir gösteriydi. Bütün dünyada yankı uyandırdı, alkışlandı. Suç sayılan eylem, katılanlar açısından, insancıl, barışçıl, haklı, demokratik bir eylemdir. Toplumumuz için yüz akı bu eyleme karşı, tomalar/ gaz bombaları/plastik mermiler kullanıldı. Ne yazık ki, AVM/rezidans/otel ve kışla uğruna birçok insanımız öldü/öldürüldü. Çok sayıda insanımız gözünü kaybetti, yaralandı, sakat kaldı. Ama sonuçta, yani GEZİ Parkı’nı korumak için gösterilen toplumsal tepki, parkın korunmasını sağladı. Ve önce İstanbul 1. İdare Mahkemesi kararı, ardından Danıştay 6. Dairesi onayıyla, kışla/AVM/rezidans / otel dayatmasının haksızlığı kanıtlandı. Bu kararların birer örneği dava dosyasına sunulmuştur. Dolayısıyla, Gezi tepkisini 2011’den başlayan hükümeti ortadan kaldırma planının parçası saymak, delilsiz / dayanaksız bir iddia olmanın ötesinde, akla ziyan bir yaklaşımdır. Olacak şey değildir, asla kabul edilemez. Gezi tepkisi, yargı kararı tanımayan bir anlayışa karşı, toplantı ve gösteri hakkını kullanmaktır, o kadar.

Nitekim, doğrudan Türkiye ile ilgili AİHM kararlarında, hep bu hukuksal değerlendirme yapılmıştır. Örneğin, önce (5 Aralık 2006 günlü) OYA ATAMAN / TÜRKİYE kararında demokratik bir hak olan barışçı gösterinin şiddet kullanılarak dağıtılması ihlal sayılmıştı. Aynı şekilde, 27.11.2007 günlü BALÇIK/TÜRKİYE kararında da, F tipi cezaevlerine dikkati çekmek için, bildirimsiz yapılan bir gösteriye karşı polisin güç kullanması, verilmiş beraat kararına rağmen, caydırıcı bir etki yaratacağı ve benzer gösterileri yapacak kişilerin cesaretini kıracağı gerekçesiyle ihlal sayılmıştır. Ve 08.12.2009 günlü AYTAÇ/TÜRKİYE, 27.05.2010 günlü BİÇİCİ/TÜRKİYE kararlarında da, gösteri hakkının 11.madde ile güvence altına alındığı belirtilip barışçı olanlarına hoşgörü gösterilmesi gerektiği vurgulanarak, salt ceza davası açılmış olması ihlal sayılmıştır. Daha sonra, 10.04.2012 günlü ALİ GÜNEŞ / TÜRKİYE ve 27.11.2012 günlü DİSK ve KESK / TÜRKİYE kararlarında da, yine barışçı toplantı / gösterinin demokratik bir hak olduğu vurgulanarak, aşırı müdahale ihlal sayıldı.

Ve bu AİHM kararları uyarınca, başta İstanbul olmak üzere, Gezi Parkı tepkisi için, çeşitli illerde açılan davalar BERAATLE sonuçlanmıştır. Örneğin, İstanbul/Anadolu 19. Asliye Ceza (26.12.2014 gün ve 2013/408 Esas, 2014/561 K. sayılı), Mersin 9. Asliye Ceza (11.02.2014 gün ve 2013/717 Esas, 2014/123 K. sayılı), İstanbul/Anadolu 15. Asliye Ceza (06.03.2014 gün ve 2014/15 Esas, 2014/70 K. sayılı), Eskişehir 5. Asliye Ceza (14.11.2014 gün ve 2013/742 Esas, 2014/600 K. sayılı), İstanbul 20. Asliye Ceza Mahkemesi (16.04.2015 gün ve 2013/608 Esas sayılı) gibi bir çok mahkeme, AİHM kararlarına atıfla, Gezi tepkisini toplantı / gösteri hakkının kullanımı sayarak beraat kararı vermiştir. Taksim Dayanışma Platformu’nu oluşturan kişiler aleyhine açılan dava da, aynı doğrultuda sonuçlanmıştır. Hemen okuyup görelim:

TAKSİM DAYANIŞMA KARARI

“Sanıkların bir kısmının bir araya gelerek ‘Taksim Dayanışması Platformu’ adı altında örgütlenmeleri AİHS, Anayasa ve yasalardan kaynaklanan bir haktır ve koruma altındadır. Bu şekilde yasal bir örgütlenmeden suç işlemek için bir araya geldikleri sonucu çıkarılamaz. Üstelik, Taksim Dayanışması Platformunun suç örgütü olduğunu gösterir, hiçbir kanıt yoktur. Barışçıl bir protesto yürüyüşü ve eyleme çağrı yapılması siyasetçilerin, kamu kurumlarının bir takım eylem veya söylemlerinin sert bir şekilde eleştirilmesi yasal örgütlenmeyi suç örgütü haline getirmeyecektir.

***

“Hukukun üstünlüğüne dayalı demokratik bir toplumda, kurulu düzene karşı çıkan ve gerçekleştirilmeleri barışçıl vasıtalarla savunulan siyasal fikirlere toplantı özgürlüğü ve diğer hukuki yollar aracılığıyla kendilerini ifade etme imkanı verilmelidir. Sanıklar da olay tarihinde özünü AİHS ve Anayasadan alan bu haklarını kullanmışlardır. Bu nedenle sanıkların üzerine yüklenen suçların unsurları itibariyle oluşmadığı, eylemlerinin bu hali ile kanunda suç olarak tanımlanmamış olması nedeniyle beraatlerine dair karar vermek gerekmiştir.” (İstanbul 33. Asliye Ceza Mahkemesi’nin 29.04.2015 gün ve 2014/88 E., 2015/145 K. sayılı kararı)

Evet, Gezi olayları için, Savcılık Genel Soruşturma Bürosu’nca, 2013 Haziran ayında, 2013/96961 sayılı bir soruşturma başlatılmıştı. Örgüt ve 2911 sayılı yasaya aykırılık suçlamasıyla gözaltı / arama / el koyma süreçleri yaşandı. Hatta, çıplak arama itiraz / tartışma ve şikayetleri yaşandı. Dolayısıyla, bu savcılık soruşturmasını duymayan kalmadı. Sonunda, sanıkların sorgusu tamamlandı. 30 Ocak 2015 günü kamu davası açıldı. Hatta, iddianame iade edildi, yenilendi ve yargılama başladı. Sorgular tamamlandı, bilirkişi incelemesi yaptırıldı, davanın her aşaması basına yansıdı, bütün kamuoyuna haber oldu. Ve Taksim Dayanışma Platformu’nu oluşturarak Gezi olaylarını düzenledikleri, destekledikleri iddiasıyla yargılanan bütün müvekkillerimiz beraat etti. İstanbul 33. Asliye Ceza Mahkemesi’nin 2014/88 Esas, 2015/145 Karar sayılı bu beraat  kararı, dava konusu eylemler İstanbul C. Başsavcılığı’nca da suç sayılmadığı için, temyiz edilmedi, 01.06.2015 günü kesinleşti.

Ama paralel yapının (17/25 Aralık sürecinde adliye önüne çıkıp basına bildiri dağıtan) paralel savcısı Muammer Akkaş da, paralel bir soruşturma için, 2013/9696 sayılı bir dosya açmışmış. Ve (şimdi içeride olan) FETÖCÜ bir polis şefiyle, iki FETÖ’cü yargıçla, çirkin / kirli dinleme / izleme kararları aldırarak sonuçları kendisine saklamış. Herhalde planladıkları darbe girişimi başarıya ulaşırsa, her kesimi susturmak için her kesimi susturmak için bir malzeme hazırlamaya çalışmış. Bakıyoruz, hem örgüt kurma suçlamasıyla izleme ve dinleme kararları düzenlenmiş. Ve kararların hepsi birbirinin aynı. Üstelik, hepsinde karar sayıları elle yazılmış. Hepsini aynı iki yargıç imzalamış. Paralel savcı Muammer Akkaş’la iki yargıç hakkındaki iddianame ile 3 zabıt katibinin ifadeleri dosyaya sunuldu. “O ifadelerde, aynen “… savcının talebi dahil olmak üzere hakim kararını polis yazılı vaziyette getiriyordu. Hakim de imzalıyordu. Karara sıra numarası veriyorduk, sonra da katipler imzalıyordu … hep neden aynı hakimin imzaladığını bilmiyorum. Ancak nöbet listesine göre, polise o haftaki nöbetçi bildiriliyordu” denildiğini görüyoruz.

***

İŞTE, savcı rolündeki Muammer Akkaş dosyasındaki izleme / dinleme kararları bu kirli ilişkiler içinde hazırlanıyordu. Emniyet ayağında azılı FETÖ’cü Nazmi Ardıç nöbet durumunu öğrenerek, savcılık talebi ve yargıç kararını bir başvuru ekinde yazıp gönderiyordu. Sadece karar numarası bölümü boş bırakılıyordu. Ve bu metinler, boş bırakılan karar numarası (deftere göre) elle doldurulduktan sonra, FETÖ’cü yargıçlar Süleyman Karagöl ve Menekşe Uyar tarafından imzalanıp uygulamaya konuluyordu. Kararların hepsinde, numaraların elle yazılmış olması, uygulanan yöntemin nasıl bir pislik olduğunu göstermeye yetiyor. Nitekim, haklarında iddianame düzenlendi, son soruşturma kararı verildi, Yargıtay’da yargılanıyorlar.

Ayrıca ve asıl önemlisi, anlatmaya çalıştığımız izleme ve dinlemelerin bu kirli yollarla yapılmış olması bir yana, yasal dayanağı da yoktur. Çünkü, şüpheliler için, “kuvvetli suç şüphesi” ve “başka şekilde delil elde edilmesinin mümkün olup olmadığı” bile araştırılmadan, “örgüt kurma” suçlamasıyla dinleme kararı verilmiş olması, 17/25 Aralık soruşturmalarında yasaya aykırı bulunarak kovuşturmaya yer olmadığı kararları verilmiştir. Dolayısıyla, TCK 312. maddesini ihlal iddiasıyla açılan davada, hepsi kesinlikle yasak delildir. Özellikle 25 Aralık soruşturması için verilen KYO kararının üç C.Savcısı tarafından hazırlanıp imzalandığını, onlardan birinin İrfan Fidam olduğunu hatırlatarak, iki KYO kararının da dosyaya sunulduğunu belirtiyoruz.

Ve sonuçta, çarpıcı bir gece yarısı operasyonuyla gündeme sokulan bu ahlak dışı dinleme / izleme ürünleri, yargılamayı yürüten İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi’nce de yasak delil sayılarak beraat kararı verildi. Bu karar 18.02.2020 günü akşamüzeri açıklandı. Ama, Silivri’den yola çıkar çıkmaz, arabanın radyosunda sayın Erdoğan’ın zehir zemberek bir konuşması yayınlanıyordu. Karar şiddetle eleştiriliyor, özellikle Kavala’nın tahliye edilmesine öfke dolu bir tepki dile getiriliyordu. Ayrıca, AKP’nin TBMM Grup toplantısı’nda, yine Gezi kararına karşı çıkılarak, “bu meseleyi sonuna kadar takip edeceğiz, adaletin tecellisi için son nefesimize kadar mücadeleyi sürdüreceğiz” denildiğini duyduk, okuduk. Elbet, böyle bir yaklaşım apaçık Anayasanın 138. maddesine aykırıydı.

Nitekim, Osman Kavala mahkemenin tahliye kararına rağmen, o akşam cezaevinden bırakılmadı. Öğrendik ki, bu kez Anayasa’yı zorla değiştirme suçlamasıyla Başsavcı vekilince gözaltına aldırılmıştı. Ardından tutuklama istendi, tutuklandı. Sonra, bu yolun da yol olmadığı anlaşıldığı için, casusluk suçlaması icat edilerek, casusluktan tutuklandı, casusluk davası açıldı. Tabii, bir ülkede böyle bir süreç işletilebiliyorsa, yargı yargı olmaktan çıkmış demektir. Dolayısıyla, hukuk kimseye bir güvence olamaz, adil yargılanma hakkı kullanılamaz. Zaten, Gezi davasında da aynen öyle oldu. Beraat kararı istinaftan döndü. Birleştirme isteniyordu, mevcut dinlemeler için, şöyle yapılması / böyle yapılması gerekir deniyordu. Ve birleştirme kararı verilerek mahkeme değişikliği sağlandı, başka bir şey yapılmadı. Yani, tam Aziz Nesin’lik bir yol izlenerek bu sonuç sağlandı. Çünkü, AİHM’ne karşı ivedilikle hüküm kurmanın kendilerine bir imkan yaratacağını düşünmeye başladılar. Bu nedenle, birleştirme kararını kaldırarak, ayırma kararı verdiler. Dosya böylece o mahkemenin elinde kaldı. Ve hemen bilinen mahkumiyet hükmü kuruldu. Ve bu kararda bile, hükümeti devirme suçlamasıyla, zor kullanarak anayasayı değiştirme suçlamasının bir arada olamayacağını belirttikleri gibi, casusluk suçlaması için de beraat kararı vermek durumunda kaldılar. Böylece beraat / tahliye kararından sonra, Kavala için gözaltı / tutuklama isteyip iki ayrı iddianame düzenlemenin yasal / hukuksal değil, onu içeride tutma arayışının bir ürünü olduğu apaçık anlaşıldı. Nitekim, gözaltı / tutuklama isteyen Başsavcı vekilinin Cumhurbaşkanı tarafından Adalet bakanı yardımcılığına atanması ve HSK 1. Daire üyesi yapılması bütün söylediklerimizi doğruluyor.

***

Şimdi dosya, Yargıtay 3. Ceza Dairesi önünde bekliyor. Ama, bu Dairenin Can Atalay kararı karşısında umutlu olabilmek mümkün değil. Çünkü Daire, Anayasa Mahkemesi’nin Gergerlioğlu ve Güven kararları doğrultusunda karar vermesi gerekirken, Anayasa Mahkemesi’ne ders vermeye kalkarak, o kararların “hukuken mümkün olmadığı” vurgulaması olacak şey değildir. Anayasa maddelerini yorumlamak Anayasa Mahkemesi’nin işidir, onun yetki alanına girer. Dolayısıyla, Yargıtay dahil tüm yargı yerleri, o yoruma uygun davranmak zorundadır. Ama, Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin bu kararı ile Türkiye hepten anayasasız kalma tehlikesiyle karşı karşıya bırakılmıştır.

Ayrıca, 17/25 Aralık kovuşturmaya yer olmadığı kararı mutlaka hatırlanmalıdır. Rüşvet almak / vermekle suçlananlar için, o dinlemeler yasak delil sayılırken, Gezi davasında delil sayılacak olursa, 17/25 Aralık için de soruşturmanın yeniden başlatılması gereğini doğurur, doğuracaktır. Çünkü, rüşvet alıp verme suçlamasında başka, gösteri hakkı kullanımında başka değerlendirme yapılamaz. Sonuç olarak şunu da söylemeliyim. Bu davada, İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 3 yargıcı beraat kararı vermiştir. Bu gerçeği hepimiz biliyoruz. Talimattı, istinaftı, birleştirmeydi derken dosya 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne taşındı. Yani, birleştirme yoluyla mahkeme değişmiş, değiştirilmiş oldu. Ama bir an önce hüküm kurma gereği doğduğu için, birleştirmeden sonra “ayırma” kararı verilmesine rağmen, Gezi Davası, yeni mahkeme 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde kaldı. Ve yeni mahkemenin bir üyesi, suçlamanın delili yoktur, Beraat kararı verilmesi gerekir görüşüyle muhalif kalırken, bir başkan ve bir eski AKP’li üyenin oylarıyla, o bilinen çok haksız / çok ağır mahkumiyet hükmü kuruldu. Yani, 4 yargıç beraat oyu vermişken, biri AKP’li iki yargıcın oyuyla bu ağır sonucun yaratıldığını bilmemiz gerekir.