Yedi söğüt, iki çeşmede uzuun uzuun kalıyorsun. Ortalık, masaüstü ekranını andırıyor. Kelimenin tam anlamıyla sıfır hareketlilik. Kuş uçmaz, kervan geçmez dediklerinden bir yerden, ilerlemeden geçiyor gibi oluyorsun. Durmuşun gibi. Ama gidiyorsun gibi de.

Gide gide bir söğüde

BURÇAK SEL

"Ben o yâri her gelenden sorarım sorarım

Güvendiğim dağlar elime geldi elime geldi"

Adana Türküsü

Bele yapacak bişiy yok. Bel çaresiz. Eğdirebildiğin kadar eğdirmişsin de arkayı zaten. Ön desen, o da bacakların, garibanın üzerinde. İmkânı yok ki kıpırdatabilesin. Az rahat bırakmaya çalışıyorsun o kadar. Ama eğdirmek koltuğu, fukaranın umudu. Her manevranda da zırıltı olmaya koşan bir şiddetli nefes veriş bu sefer de. Hiç çekilmez. Sesi çıkmasın da tek, belim kopsun isterse, diyorsun. Öndekinin ilahı yerine koyarken kendini, arkandakine zulmün hiç aklına gelmiyor niyeyse. Zayıf nefesiyle sana yük oluyor bakmışsın zavallı. Cart diye koltuğu üzerine yasladığın biraz evvel.

Haa…ama bir muhabbete başlasan hayatına alırsın diye de düşünüyorsun bir yandan. Almasan da ölene kadar en az bir kez aklına falan gelecek ya da diye düşünüyorsun. Biri, bir kereden fazla düşüyorsa eğer aklına, iz bırakmıştır, sonucuna varıyorsun. Bir şekilde. Koltuk numarana bakarken kaçırsan da gözlerini, göz göze gelmiştiniz bir kere bununla da. Biraz sonra sen kendisine kaykıldıkça höfürdeyecek de olsa eşkâlini bilmiş, bakışlarını kayda almıştın. Hayat bir metruk arazi; yaşamının kesiştiği, istediği yere kuruluyor sana sormadan. Öyleyse, seninle, aynı yola düşene niye taş koyuyorsun diye sinirleniyorsun kendine. Bir kez gördüğünü, gönül unutmaz; akıl çıkarmazmış işte deyip gözlerinin galibiyetine teslim ediyorsun fikrini. Ama arkadakinin nefesine bile tahammülün yok gibi yine de şu an. Belinden olmuşun çünkü. Gitmiş bel.

Zaten derdin de başka. Ona hazırlıyorsun kendini. Kan gelecek yerlerin olsun istiyorsun bacakların. "Kır’atta hüner çok da dizinde dermanı yok” diyordu rahmetli büyüklerin hani. Sen, saymaya derman buluyorsun işte dizlerinde. At koşumu gibi bir serîlikte olmasan da serüvende, hünerini gösterebilmesi için dermanın hep bâki kalabiliyor senin. Kır’at bu kır’at! Tökezlese de yol gitmediği nerede görülmüş hem! Vira bismillah ediyorsun.

Mecazda “vermek”le başlıyor gerçekte umut olmak zaten diyecek olurken, didaktizmin hendeğinden atlıyorsun atınla. Savrulmadan. Baş’ı gevşeterek bırakıyorsun vücuduna. Arkanı, nefes sınırında denklediğinden emin oluyorsun. Yolda hafifçe hareket halindesin şimdi. Kuş gibi.

Yerinden şöyle usulca yekinerek rahat oturuş pozisyonuna geçiyorsun bu arada. Üst üste atıyorsun bacakları bir güzel. Şimdiye kadar, parmaklarından diz kapağına uzanan ve bir resmi olsa, frekansı olmayan bir kanalın ekrandaki görüntüsüne benzer diye düşündüğün karıncalanmadan kurtarmak için yapıyorsun bunu da. Suyu sayacağız suyu. Kafa karışıklığına falan, yekûnune hoşça kal diyorsun. Bomboşsun şimdi. Hazırsın esasa. Pencerendesin.

Hadi deyip başlıyorsun saymaya bu kez. Bir söğüt… Bir çeşme… Aman yanlış olmasın. Muradın öyle üç basamaklı saymaların yapıldığı falan da bir yolculuk değil. Hatta iki basamaklılara olur da erişebilirsen “Cennete düşmüşüz be!” diye haykırıp, kalkıp oynayacağına ant içiyorsun. Tüm otobüsü şenliğe çevireceğini, şoföre “Bir oynak hava çal da neşemiz yerine gelsin!” diye sesleneceğini hayal ediyorsun. Muavin oğlana molada sigara tutmak bile aklından geçiyor sevinçten. Gülümsüyorsun. Cama yanaktan yapışıksın elbette. Uzaktan, kafan ve pencere hemzemin geçitleri andırıyorsunuz. İçinden, ortasına işaretleme taşıyla konulan beyaz çizgilerin geçtiği, gri bir kumaşı andıran yol gözüküyor. Başka ne gözükecek gerçi. Yoldan ayırmadığın gözlerin, anahtarını nereye sakladığını unuttuğun kapının kilidi gibi. Hareketine imkân yok. Milim kıpırdamıyorlar. Anıtkabir askerlerinin gözleri gibi, heykelcesine bakmayı becerebildiğine şaşakalıyorsun. Saymaya da devam ediyorsun. İki söğüt…Hâlâ bir çeşme…

“Susuzluğa ne kadar derman var?”, aklının dört köşesini tutmuş bir soru oluyor. Bırakacağa da benzemiyor pek. Saymaya devam bu arada. İki söğüt oldu. Hâlâ bir çeşme... “Susuzluğun tam ortasındasın, görelim g…nü!”, çaresizliğini anımsatıyorsun kendine yeniden. Saymaya devam ediyorsun. Dört söğütteyiz. Kötü rakam dört. Karaktersiz. Beş…Altı…Yedi…Uğurlu sayı be bu yedi! Hadi göster, suyu ardından güzelim, hadi derken… İki çeşme. Haksız çıkartmıyor yedi seni. Canını yediğimin rakamı seni. Karakterli. “Pis” yedili.

Yedi söğüt, iki çeşmede uzuun uzuun kalıyorsun. Ortalık, masaüstü ekranını andırıyor. Kelimenin tam anlamıyla sıfır hareketlilik. Kuş uçmaz, kervan geçmez dediklerinden bir yerden, ilerlemeden geçiyor gibi oluyorsun. Durmuşun gibi. Ama gidiyorsun gibi de. “Ben ne duracağım burada hayat durmuş” diye aklına geleni, dilin varmıyor söylemeye. Nasıl olduysa işte seninki gibi bir otobüs daha geçiyor önünüz sıra. İyi ki de şom ağzımı açmamışım diye seviniyorsun. Derken, koyunlarında uyuduğun yıllarda, anneannenle dedenin birbirine baka baka söylediği “Gide gide bir söğüde dayandım dayandım/O söğüdün allarına boyandım” türküsü hatırına geliyor. O camdan ayırmadığın gözlerin var ya, kıpırdamadan yanağından aşağı gözyaşını koyuveriyor. Hayret içinde kalıyorsun. Kendini duyguna bırakıyorsun. Salıyorsun ki nasıl... Umut cebimizde de hiç mi hüzünlenmiyek yapıyorsun. Umudun en yakışanı hüzündür, halt etmiş ikisini birbirine lâyık görmeyenler serzenişiyle indiriyorsun damlaları pıt pıt. Döşündeki ıslaklık, yüreğini de serinletiyor. Serinlik deyince hemen yine dikkat kesiliyorsun. Ya da bir damla su çıkarsa diye dünyanın en büyük konsantresiyle devam etmeye devam ediyorsun.

Söğütte sekize geliyorsun şükür. İki basamağa iki kaldı neticede. Çeşmeden uzundur haber yok ama. Sayımı çeşmeden yapsan, iki'de motor soğuyacakmış. Heves kursağında kalacakmış belli yani. O yüzden söğütten sayıyorum ya, diyorsun. Bayıldığından değil. Bitmeyip, araya muhakkak seyrek de olsa çeşme alacaktır diye. Bitmesin de çıplaklığa düşmeyelim diye… Züğürt tesellisinin dibine vuruyorsun anlayacağın. Züğürtün züğürtünün tesellisi… Yan yana, dip dibe olsalardı yeşilden midem bulanır sayamazdım, kafam da karışırdı diye köklüyorsun bahaneleri. Hem ben çeşme arıyorum, söğüde kulak asamam neyse ne’ler falan, hıp hızlı geçiyor aklından. Araları boşluklu iyi. Arada mesafe iyidir iyi. Bak hâlimize sıkış sıkışız, hoş mu yani, diye saydırıyorsun yine. Araları, ötekinin belirlemesiyle diğerinin varlığını anca hatırladığın türden boşluklu bu söğütlerin oysa. Boşluğun da öyle ortası falan yok mesela. Ne ucu ne bucağı gözüküyor. Engin ismi bu boşluktan bile türemiş olabilir aslına bakarsan. Sonsuz aralıklı. Bu boşluklar ekseriyetle çeşmesiz elbette.

Saymaya devam. Söğütte sekiz buçuğuz. Şu, küçücükçeyi de yarımdan sayıyorsun. Adaletlisin vesselam. Çeşmede ikidesin hâlâ. Gölgesi olsun da tek fasaryadan sayalım onu da diye, adeta yalvarıyorsun. Yeter ki olsun. Olduğuna işaret olsun. Olsun da nerdee! Onca yol… Onca yol… İki çeşme nedir yahu diye asabın bozuluyor artık. Öfkeleniyorsun. Serinlik’ten yetim, ferahlık’tan öksüz buralar. Su lazım; derdine derman buranın. Su lazım; söğütlerin yalnızlığını alacak. Su lazım; hayratında iki sevgili öpüşecek, kuşlar civildeyecek. Su lazım; söğüt altında kurulacak dost sofralarının muhabbetini demleyecek. Su lazım buralara. Su lazım buralara; şu sonsuuuz boşluklara hayat verecek. Su lazım. Su ulan su! diye haykırıyorsun…

Muavin oğlanın sağ omuz başına dokunmasıyla irkiliyorsun. “Ödümüzü kopardın abi. Galon golan verek suyu sana. Tek sinirlenme de” diye gülümsüyor. Uzattığı suyu kafana dikerken arkaya gözün ilişiyor. Merakını anlayan muavin “Koltuğunu iyice eğdirseydin ya abi. Arkan bomboş. Belin tutulmuştur” diyor.