Farklı göçmen gruplarının iç içe yaşadığı bir semte aitseniz çok kültürlü yaşamın bir parçasınız demektir.

Farklı göçmen gruplarının iç içe yaşadığı bir semte aitseniz çok kültürlü yaşamın bir parçasınız demektir. Her kültürün kapsayıcı ve yalnızlaştırıcı bir yanı olduğunu anlamanız ise çok zaman almaz. Kapsayıcıdır çünkü birbirlerine zorunludurlar, yalnızlaştırıcıdır çünkü her kültür kendi içine doğru kapalıdır.
Hemen evimizin köşesinde Kosovalıların kafesi var. Sabah ilk işim kahvemi yudumlayıp günü planlamak için kendimi oraya atmak oluyor. Küçük ama sevimli bu yerin müdavimleri en çok Arnavutlar. Ülkelerinde yaşanan gelişmeleri büyük bir gürültü ile değerlendiriyorlar. Kafenin Kosovalı sahibi ve herkesin Cevat abisi yudumlanan kahveleri tazelemekle meşgul. Her yanımdan geçişinde ‘’Nasalsan abe’’ demeyi asla unutmuyor. Bu, göçmeni olduğunuz ülkenin birinci iş kuralıdır aslında. Farklı milliyetlerden insanlara kendi dillerinde birkaç söz söylemek oldukça sempati uyandırır ve yakınlık sağlar.
 Kafe’nin bir başka Türk müdavimi Musa ağabey her gün Türkiye’nin bölünüp parçalanacağına dair bir paranoya ve koltuğunun altına sıkıştırdığı Hürriyet gazetesi ile uğruyor yanıma. ‘‘Ya, Yaaa’’ gırtlak vurgusunu ‘‘Yaz bunları’’ diyerek noktalıyor.
Afyondan başlayan yolculuk ve Londra’da geçirilen 30 yıl. Bir kalp krizi ile son bulan çalışma yaşamı. Ama o otuz yıl içinde sadece birkaç defa gidip geldiği Türkiye’nin halini Hürriyet’ten tercüme etmeye devam ediyor. Bu aralar sıkılmış beğenmiyor artık Hürriyeti ve soruyor ‘‘Yahu bu adamlar hiç haber vermiyor, ülke elden gidiyor bunlar laylom yazıyor başka satılan Türk gazetesi yok mu?’’ Seni Hürriyet zehirlemiş artık iflah olmazsın diyorum gülüyor ve ekliyor ‘‘Ya, Yaaa’’
Müslüman Arapların oldukça yoğunluğu var bu semtte. ‘‘Helal’’ yazılı tabelalar Müslüman müşterileri içeri davet eden bir sihir gibidir.
Caddeyi boydan boya kaplayan marketler onlara aittir. Marketlerden caddeye ulaşan ilahiler kimseyi rahatsız etmez görünür. Ama işin aslı ön yargılı dedikodularda gizlidir. İslam fobisi Müslüman olmayanlarla konuştuğunuzda hemen kendini ele verir. Müslümanların Müslüman olmayanlara bakışı ile, Müslüman olmayanların Müslümanlara bakışı önyargıda ortaklaşır.
Helal ile Haram arasındaki çizgi kadar kalındır bu durum. İngilizce ifade edilmedikçe sorun gözükmüyor ama her iki kesim de kendilerini Türklere yakın gördüklerinden rahatça ifade ediyorlar her şeyi.
Mahallenin eski sahipleri İrlandalılar.
Doksanların başına kadar hüküm sürdükleri bu yerden mecburen mahallenin daha kenarlarına kaymışlar. Bir zamanlar insanların caddede yürümekten korkar hale geldiği semtte polis ve belediye ‘‘elbirliği’’ ile mahalleye hâkim olan İrlanda nüfusunu yeni göçmenleri yerleştirerek dengelemiş.
Mahallede hangi İrlandalıyla konuşsanız bu semtin tarihine dair müthiş suç öyküleri dinlersiniz. Şimdi ise sadece helal yazılı marketlerin arasında bulunan barlarında kendi geleneksel dans ve müzikleri eşliğinde eğlenirken fark edersiniz onları. Gündüz caddeye hâkim olan ilahi sesleri gece olunca barlardan yükselen geleneksel İrlanda müziği ile yer değiştirir.
Para ve doğal olarak ayakta kalma mücadelesi inançları bir kenara bırakmayı zorunlu hale getiriyor. Özellikle Afganlı ve Lübnanlı Müslümanlara ait olan fast-food shopları bar müşterisini ‘helal’ etle doyuruyor.
Herkes her sabah kendi dininde ve kendi ön yargılarında yıkanıp çıkıyor bu caddeye. Yeni açılan Türk marketinden alış veriş yapan Müslümanlar, sahiplerinin Alevi olduklarını öğrenince hızlı bir dedikodu ağı ile onların Müslüman olmadıkları haberini yayıyorlar. Hem yeni rakiplerini güçlü bir silahla vuruyor, hem de inceden inceye dine davet ederek sevaba geçiyorlar.
Mahallede yaşayan İngilizleri ise nadiren görebilirsiniz. Kendilerini göçmenlerden soyutlayarak yaşadıkları özel alanlarında sürdürüyorlar yaşamlarını. Herkese duymak istediklerini söyleyerek tepe bir duruş sergiliyorlar. Dünya politikasındaki etkileri belki de buradan geliyor. Herkese duymak istediklerini söyleyerek ama kendi bildiklerini yaparak şark kurnazı geçinen sömürgelerini ve dünya politikasını yönetiyorlar. Bu biraz yol sistemlerine benziyor. Size bir yol gösteriyorlar ama siz kestirmeden gidip o yolu atlamak istiyorsunuz. Bu asla mümkün olmuyor çünkü sizi döndürüp dolaştırıp aynı yola sokuyorlar. Abartılı gelebilir ama İngiliz politikacılığının sırrı burada gizlidir. Günde üç yüz farklı dil konuşulan Londra’da, yüzlerce kültürü bir arada tutabilen güç sadece Avrupa değerleri değildir. İyi dizayn edilmiş bir akılcılıkla sorunları çözebilme kabiliyetleridir. Şu aralar sömürgelerini bir araya getirdikleri olimpiyatlarıyla meşguller. Madalyalar dağıtıyorlar teselli niyetine. Sömürgelerinden getirdiklerini kenar mahallelerine yerleştirip bugünkü gettoların mimarı olmalarını konuşmak yerine göçmenlerin gettolaşıp entegre olamadıklarını tartışıyorlar. İngiltere’de yaşayan sömürge vatandaşları kendilerini göçmen görmüyor, burada yaşamayı en fazla kendilerinin hak ettiklerini düşünüyorlar. Zaten bu yüzden tüm kamu kuruluşlarında İngilizlerle değil, İngilizlerden daha İngiliz davranan sömürge vatandaşlarıyla karşı karşıya geliyorsunuz. Bu durum öfkenizi İngiliz politikasına değil, kendiniz gibi göçmen olanlara yöneltmenize ve önyargılarınızı geliştirmeye neden oluyor. Ahh şu Pakistanlılar olmasa, Hintliler, Jamaikalılar, Nijeryalılar olmasa diye başlayan ve ucu nefrete yönelen sohbetler hiç bitmiyor.
Londra’nın ilk kebapçılarından Musa abinin dediğine göre David Cameron onun kebaplarını yermiş ve tıfıl bir delikanlıymış o zamanlar.
‘‘Gördün mü yardımları keseceklermiş’’ diyorum, o ise ‘‘Ya, yaa zamanında az yemedi bizim kebaplarımızı şimdi böyle oldu’’ diyor.