Tahincioğlu “14 Mayıs seçimi bütün şehir efsanelerini yıkan bir seçim. Bir kere yıllardır “merkez sağ olsa AKP böyle olmaz”, “birlik olursa, AKP’ye karşı başarı elde edilir”… bütün yaşadıklarımızın bunlardan çok farklı bir boyutta olduğunu gösteren bir seçim oldu” diyor.

Gökçer Tahincioğlu: Çekirdek hakikate ne kadar yaklaşırsak o kadar iyi bir noktaya geliriz

Esat Aydın

"Le mort saisit le vif!" yani "ölü, diriyi sımsıkı tutar!"

Kimi ölüler ve kimi diriler tarihsel olarak hâlâ aynı safta…Kimi ölüler kimi dirilerle hala canımıza okurken kimi ölüler de kimi dirilerle hala "biz" dediğimiz yerde. Ortaklaştığımız bir tarih ve acılar var... Kaynağı işkenceler, infazlar, kayıplar, cinayetler, “devlet uygulamaları” olan acılar zamanla tecrit olmuyor; hayatlarımızın üzerinde ağır tahripleri oluyor.Bir acı laboratuvarı olan ülkemiz bunun envai örneklerini içeriyor.

"Geçmiş, hiçbir zaman olduğu yerde durup yeniden keşfedilmeyi, aynıyla, olduğu gibi tanınmayı beklemez. Tarih her zaman belli bir şimdi'yle onun geçmişi arasındaki ilişkiyi kurar."Görme Biçimleri’nden biliyoruz, John Berger’in bu sözünü… Şunu da ekliyor: “Geçmişle dilediğimizi yapabiliriz. Yapamadığımız ise sonuçlarını değiştirmektir.”
Bu hafta “ Sabahattin Ali’yi Ben Öldürdüm” kitabıyla “geçmişle dilediğini yapan ama sonucu değiştiremeyen” Gökçer Tahincioğlu ile "geçmiş ve şimdinin ilişkisini " konuştuk.

Kitap, Javier Cercas’ın alıntısından da anladığımız üzere kurmaca ve gerçekle örülmüş hibrit bir roman…Gazeteciliğin esası ise merak ve sorular... Siz anlatıcısı kendisi olan bir romanda iki cinayetin peşine düşmüş bir gazetecisiniz. Türk edebiyatında bu tarzı daha önce deneyen oldu mu, bir de kitabı bir gazetecilik çalışması yerine edebi bir metin olarak yazma fikri nasıl ve neden gelişti?

Hibrit yazının örnekleri var, görmek mümkün.  Kitap sadece Sabahattin Ali cinayeti açısından ilerlemiyor. Karakterin örneğin Gar katliamını andığı, Konca Kuriş cinayetini anımsadığı kısımlar var. Bunun gibi, Vedat Türkali romanında 27 Mayıs’ı görürsünüz misal. Yaşar Kemal romanlarında Çukurova’yı ve orada yaşananları, Orhan Kemal romanında memleket gerçeğini görürsünüz. Dünya edebiyatında da çokça örnek var. 

Bu romanı ayıran taraf galiba kurgu bir karakterin gerçek belgeler bulup, bir de yazı dizisi hazırlaması. Belki izinden gittiği Cercas’tan bile ayrılıyor o yönüyle. Sahtekar kitabıydı yanılmıyorsam, orada belge kullanıyor kitapta. Ama onun dışında orada da anlatı olarak görürüz gerçekleri. Bilinç akışı içinde bazen. Marquez’e baktığınızda kişisel anlatıya da anıya da dönüştürür biraz. Burada biraz sınırları zorlamak söz konusu. Şunu da eklemek lazım. Anlatı düzeyinde bakarsanız, Sabahattin Ali cinayetini bütünüyle aydınlatabilmek mümkün olmaz. Zaten o iddialar var. 

Bu cinayetle ilgili iki temel tez var. Kitaptaki yazar bu tezlerden hangisinin doğru olduğunu araştırıyor ve belgeleyebilmek peşinde koşuyor; çünkü bunlar 75 yıldır belgelenmemiş tezler. Bir tanesi devletin resmi kabulü… Diğeri ise iddia düzeyinin ötesine geçememiş. O iddiaları, tanıklıkları ete kemiğe büründürerek, o mücadeleye bir katkı sunma aracı kitaptaki belgeler. Ve bunu yaptığınızda önünüze zaten bir tablo çıkıyor. 

Kitaptaki fişleme belgeleri, Sabahattin Ali’nin adım adım izlendiğini gösteriyor. Ali Ertekin gibi bir insanın insafına bırakılamayacak kadar takip altında olduğunu.

Peki neden bir gazetecilik kitabı değil de roman. Öncelikle edebi bir metin olarak yazmak benim isteğim, kararım. 

Önce Mühür ve ardından Kiraz Ağacı romanlarıyla, edebi alanda yürümeye, ilerlemeye çalıştım. İkincisi aslında Sabahattin Ali ile ilgili bir kısım belgeler daha ilk romandan önce de elimdeydi ve ben bunu çabuk tüketilebilecek bir gazetecilik çalışması olarak yazmak istemedim.

Biz her şeyi çok çabuk, olay olay, çok hızlı tüketir bir haldeyiz. O noktada edebiyatın kalıcılığına inanıyorum. Uzun süre roman fikrini aklımda tartıştım. Aslında Mühür’ün, Kiraz Ağacı’nın konuları başka olsa da zihnimde bir üçleme gibi kurmuştum gerçekle bağı güçlü politik edebiyatı. Ve o üçlemenin sonunda, romanın sınırlarını, alanını zorlayarak belgelere de yer vermeyi kararlaştırdım. Bir gazetecilik çalışması olarak da mümkündü ama o zaman benim istediğim etkiyi yaratmayacağını düşünüyorum ve Sabahattin Ali’nin de bir edebiyat çalışmasıyla anlatılması gerektiğine inanıyorum aynı zamanda. 

Yazmaya etki eden neden Sabahattin Ali miydi, Cercas mı; fail-i meçhul bir cinayetin mi ardından gittiniz, edebiyatın mı? 

İkisi birden aslında… Ben gazetecilik yaşamım boyunca da imkanlarımı hayatı çalınan, haksızlığa uğrayan insanlardan yana kullanmaya gayret ettim. İmkanlarınız varsa bunları zorlayıp, kullanmalısınız.

Belgeleri buluş motivasyonum buydu; ama belgeleri aktarış motivasyonum Cercas ve türevlerini okuyunca şekillendi. İnsanların haber okumaya vakti yokken, hızla her şey eskirken, edebiyatın kalıcılığına ve gücüne sığınmak istedim. Zira bu olayda biraz daha öğrendiklerinizi, elde ettiklerinizi serin kanlı biçimde elinize alıp, bütün akışı, ne olup bittiğini anlamaya çalışarak bir yere ulaşıyorsunuz. O noktada Cercas’ın romanlardaki analizleri benim için etkileyiciydi. 

Sabahattin Ali’nin karakterlerini romana yerleştirme fikri nasıl oluştu, bundan muradınız neydi?

Gerçek bir çalışmaya biraz gerçeküstü motifler eklemeyi en başta planlamıştım aslında. Romanın bütününde ana karakterin eşyalarla, canlılarla kurduğu ilişki  gerçeküstü. 
Sürekli gittiği yerlerde bir biçimde böyle bir ilişki kuruyor. Başta bir böcek onu saklandığı evden çıkmaya zorlarken, yola çıktıktan sonra eşyalar, canlılarla daha ferah bir ilişki kurmaya başlıyor. Aslında orada da şunu düşünüyordum; zihnimizde hayatla kurduğumuz ilişki, tercihlerimize göre nasıl bir gün yaşayacağımızı da biraz belirliyor. Evdeki böcek amaçsızca evde oturduğunda onu sıkıştırırken, bir motivasyonu, amacı olduğunda, bir amaç için yaşamaya başladığında nesnelere ve canlılara bakışı, nesnelerin ve canlıların ona bakışı farklılaşıyor. 

Bütün bunları yaparken Sabahattin Ali’nin hikayesinin yarım bırakıldığını, belki de en önemli eserlerini verebileceği bir yaşta yaşamının çalındığını düşününce onun karakterlerine de can vermek fikri oluştu. Sadece ismen geçmeleri değil. Sabahattin Ali’nin yarattığı karakterlerin özelliklerine uygun biçimde romanda yer bulmaları, karaktere yolculuğunda eşlik etmeleri… Satılmış’tan başlayarak koydum o karakterleri. Satılmış, hayatını başkalarına adayan bir adam ve romanda da korkmasına rağmen karakteri yalnız bırakmıyor. 

O karakterlerin Sabahattin Ali’nin can verdiği biçimiyle yeniden biraz canlanmasını istedim ve cinayeti çözerken kahramana karakterlerin eşlik etmesi bence önemliydi.

Romanda dikkat çeken başka bir durum da kadınlar…

Kahramanın kardeşi başta, sevgilisi, annesi, Sabahattin Ali’nin kahramanları; Melek, Macide, Maria Puder; Sabahattin Ali’nin kızı ve torunu ve Gonca Kuriş vs… uzuyor liste…Ablasının şortu da sorun oluyor… 

Kitaptan bugüne gelirsek; iktidarın bugün kadınları aldığı cendere için ne söylemek istersiniz?

Tabi bütün o toplumsal tartışmalar, kadına olan bakış; hatta ilerici, demokrat, sosyalist çevrelerin de kadına olan bakışı, küçükken buna yönelik şekillenmemiz, küçük kız çocuklarının tüm bu bakışlara maruz kalmaları; nispeten ilerici görünen bir ailede bile aslında o toplumsal cinsiyet rollerinin çocuklara yüklenmesi, hepsi aklımdaki sorunlardı. Ben de bir kız kardeş ile birlikte büyüdüm. Aslında biraz olsun zihni açık, bir çocuksanız eşit davranılmadığını daha o zaman görüyorsunuz. 

Ve şimdi 2023 Türkiye’sine baktığımızda hala dünya çapında başarı kazanmış voleybolcuların şortlarını mesele yapan, o kadınların fotoğrafını buzlayan, küçük çocukların bile benzer bir muameleye maruz kaldığı, önlerinin kesilmeye çalışıldığı, sanılanın aksine giderek erilleşen, çocukları bir cendereye alan bir ülke haline geldik. Bütün bir Anadolu coğrafyasının üstüne çarşaf örtmeye çalışan bir Türkiye haline geldik.

Benim yazdığım kız çocuklarının yaşadığı dönemden daha da kötü bir dönemdeyiz. 

En azından orada o feminist mücadelenin bir ucundan tutmak, erkek olarak net bir aktör olamasanız da bir ucundan dayanışmak mümkündü. Böylece kendi zehirlenmişliğinizi de tedavi etmeye çalışabiliyordunuz. Dünyaya soldan bakan, kendini sosyalist olarak tanımlayan birisiyim ama zehirlenmişliklerimin de farkındayım. Bütün bunları açıklıkla söylemek gerekiyor. Ama maalesef sıra buna bile gelemiyor artık. Çocukların hayatları için mücadele etmemiz gereken bir dönemdeyiz. Bütün bunları, hem geldiğimiz noktayı, toplumsal cinsiyet modellerini, bir kız çocuğunun büyümesini, bütün bu cendere içerisinde kahramanın yaşıtı bir kadının kendini sağaltma çabasına karşı nasıl durduğunu; hakikat kavramına sığınarak deşifre etmek istedim. Ve erkeklerin iki yüzlü tavırlarına karşı bunu biraz da sert yapmak istedim. Gerici tahakkümü de buna eklemlenen erkekliği de aktarmak istedim. Umarım becerebilmişimdir.

Kitapta buna dair: “erkeğin günahlarıyla kadınların günahları aynı değildir, hiçbir zaman aynı cehennemde yanmazlar” cümlesiyle neyi anlatmak istediniz?

Eşit şartlarda olmadığımız ortada. Refaha dayalı olarak kadınların görece daha rahat yaşadığı ileri kapitalizmin olduğu ülkelerde bile en çok nasıl koruma mekanizmaları olduğunu konuşuyoruz. Sürekli bir koruma kalkanı olmak zorunda. Olmaması daha da büyük dert. Ben uzun süre adliye muhabirliği yaptım. O ağır ceza mahkemelerini gezdiğinizde kadınların yaşamak zorunda kaldıklarını net biçimde görürsünüz. Çok ağır örneklerini görürsünüz ama hemen hemen her kadının benzer hikayeleri bir düzeyde yaşadığını da görüyorsunuz.

Biz iyi bir hayat için çabalarken, onlar hayatta kalmak için mücadele ediyor. Ve galiba, özetle, dünyaya bakarken de erkeklerin çok daha kötücül olabileceğini düşünüyorum.

Kitapta kahramanın kardeşinin katillerinin Sabahattin Ali’nin yolunun düştüğü, yaşadığı şehirlerden olması gibi bir detay var; özel bir amacı var mı?

Bu şehirler Sabahattin Ali nedeniyle seçildi. Bir taraftan Sabahattin Ali cinayetinin izini sürerken kahramanın hemen her şehirde kendi hikayesiyle ilgili de izler bulabilmesi iki hikayeyi birlikte yürütmek açısından önemliydi. Yolculuğun motivasyonunun tek başına Sabahattin Ali cinayeti olmadığını, hesaplaşmamanın, katillerle bir türlü yüzleşememenin, hesap soramamanın, o şehirlerde biraz yüzüne çarpmasını ve karşısına çıkmasını istedim.

Kitapta Ankara da var. Ulus Baker, çok güçlü bir fon olmasa da Gar Katliamı da var.
Yazmazaydınız, koymasaydınız olur muydu?

Anlamak için, nerede olduğumuzu ve ne yaptığımızı anlamak için arkada bu küçük hikayeler de isimler de akıyor. Bu kitabın özeti, temel motivasyonu nedir derseniz, “çekirdek hakikat” kavramını söylerim. Bu hakikatten de özel ve öte bir kavram. Erişilmesi mümkün olmayan belki. Biz hakikat derken daha çok toplumu göz önüne alıyoruz. Ne olduğu, ne bittiği… “Çekirdek Hakikat” bireye indirgenebilecek bir kavram. Aslında siz benim karşımda romanı çok beğendiğinizi söylerken burası da hiç olmamış diye düşünüyor olabilirsiniz. Bu kadar çekirdeğe inmekten ve bunu öğrenebilmekten söz ediyorum. Kişinin kendisiyle yüzleşebilmesi ancak böyle mümkün. Bu kadar samimiyetten bahsediyorum. Öyle bir haldeyiz ki buna ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Gar Katliamı olduğunda hemen arka sokakta hayatın olağan ritmiyle akışı; Ulus Baker’e bir taraftan kınayarak bakanların, “bu da ne derken” bu endüstriyel çağda onun da sosyal medyada tüketilecek bir başlık gibi ele alınışı… Hepsi çekirdek hakikat kavramını anlatmanın araçları. Bütün bunların, çekirdek hakikat kavramının anlaşılmasını ve kitaptaki cinayetleri düşünürken de o kavramın yanıbaşımızda olmasını istedim. 

Sivas zaman aşımına uğradı, Susurluk eşikte, Roboski orada duruyor, Hrant Dink gibi onlarca cinayet, fail-i meçhul… 75 yıl öncesinden bugüne nasıl bakıyorsunuz, devletin pratiğinde bir farklılık var mı?

Daha ileri bir şey söyleyeyim, romanın bana kazandırdığı bir şey söyleyeyim; bütün bu süreci araştırırken karşılaştığım kişiler ve söyledikleri galiba benim bir aydınlanma yaşamamı sağladı.

Sosyalistler bu söylediklerinizin yapısal bir mesele olduğunu zaten bilir. Bunun süregiden bir süreç olduğunu ve bütün bunların o yapının halkaları olduğunu zaten görürüz. Bunu bazen kavramsallaştırırız; “derin devlet”, “cezasızlık sistemi” vs… bütün bunlar bunun parçasıdır.
Ama ben galiba bu işlerle yıllardır uğraşmama rağmen ilk kez şu şansa da sahip oldum; Türkiye özelinde bütün bunlara neden olan yapıyı bu roman anlamamı sağladı.

Bu anlamda 75 yıl öncesi ile bugün arasında Hrant Dink cinayeti ile Sabahattin Ali cinayeti arasında, Sabahattin Ali’nin yok edilmek istenmesi ile bugün bize faili meçhul cinayetlerin unutturulmak istenmesi arasında bir fark olmadığını düşünüyorum.

Ama bu Türkiye’nin hiç mesafe almadığı anlamına gelmiyor, aksine negatif yönde, Sabahattin Ali cinayetinden bu yana bütün bunlarını üzerini örtmekte, yargı kararıyla meşrulaştırmakta son derece ustalaşmış olan bir sistemden bahsediyoruz.

Üstelik anladığımı düşündüğüm bu yapıyı çok ürkütücü buluyorum. 

Sadece 75 yıldır bir şeyin değişmediğine üzülmekle kalmıyorum; geldiği noktayı gördüğüm için, gidebileceği nokta açısından da ürkütücü buluyorum.

Yıllardır faili meçhul cezasızlık yargı üzerine çok derin çalışıyor ve bunları “yüzleşme” adını verdiğiniz köşenizde yazıyorsunuz. “Yüzleşme” sizin için nasıl bir anlam taşıyor?

Bu kavramla birlikte bir sürü kavramı konuşabiliriz. “Onarıcı adalet”, “hakikat” vs vs… Ama ben bireysel olarak da toplumsal olarak da bir eşik atlayabilmenin tek yolunun dönüp kendine bakabilmek olduğunu düşünüyorum. Bireyle toplum arasında bu anlamda bir fark yok; yani biz ama’larla,  fakat’larla yol yürüdüğümüz müddetçe, birey de toplumlar da övünebilecekleri kavramlara, kutsallarına sığınıp, bütün kirleri bunun altına süpürdüğü müddetçe yol alamayacağız. Dönüp ama’nın fakat’ın arkasında duran şeylere bakmak lazım. İnsanlık olarak da toplumsal olarak da ancak eşik atlamanın yolu bunlarla yüzleşebilmek. Ve bu kitapta da “çekirdek hakikat” kavramı bu nedenle temel motivasyonum. Arkasındakini bütün çıplaklığıyla ortaya çıkarabilmek. Bu benim için de bir test aynı zamanda, bunu yazdığım için ben bundan ari değilim. Çekirdek hakikate ne kadar yaklaşırsak o kadar daha iyi bir noktaya gelebilme ihtimalimiz olduğunu düşünüyorum.

Bir gazetecilik sorusu sormak istiyorum: İçişleri Bakanlığı'na saldırıyı canlı yayında yorumlayan kıdemli bir gazetecinin kurduğu cümleleri önce patronu sonra RTÜK başkanının tepkisine uğramasını, buradan kolluğun harekete geçmesini, patronunun programını kaldırdıktan sonra mahkemede yanında durmasını nasıl yorumlarsınız?

Bunu Türkiye’de ana akım muhalefetin -parti ve medyayı katarak söylüyorum- tam da iktidarın çizdiği sınırlar içinde hareket etmesi olarak görüyorum; yani gazetecilik açısından da ürkütücü buluyorum; çünkü bir televizyoncu, çok kıdemli bir televizyoncu, üstelik bir gazeteci hoşa gitmeyen, belki sınırları da zorlayabilecek ifadeler kullanabilir. Vahim bir yanlış da yapabilir. Bunu düzeltmenin yolu bunu kriminalize edip, terörize etmek değil. Siz bunu yaptığınız anda zaten iktidarın toplumsal mühendisliğine çok doğal bir katkıda bulunuyorsunuz, çok gönüllü bir katkıda bulunuyorsunuz. İktidarın oluşturmak istediği bir yapı var. İfade özgürlüğünün, toplumsal muhalefetin sınırlarını çizdiği… Biz 2010’dan bu yana demokrasinin sandıktan ibaret olduğuna ikna edilmiş bir toplumuz. Rıza üretimi ile söz konusu oldu; oysa biz 2010’da şunu tartışıyorduk: Demokrasi protesto hakkını içeriyor, ifade özgürlüğünü içeriyor, azınlık haklarını korumayı içeriyor; nasıl sadece sandıktan ibaret olabilir?

Ama şimdi hepimiz bunları unuttuk. Her seçime ana muhalefet partisi bu kez kazanacak mı diye bakan insanlara dönüşmüş durumdayız ve bunun aksi herhangi bir şey yapan insanın da bir şekilde terör suçu işlemiş olabileceğini kabullenmiş durumdayız aslında… İşte usta bir gazeteciyi çalıştıran kurum da buna entegre oluyor.  Tüm bunlara entegre olmuş bir ana akım muhalefet ve medya yapısından söz edebiliriz artık…

Geçtiğimiz günlerde Devlet Bahçeli çok net ifadelerle Süleyman Soylu’ya sahip çıktı. Bahçeli’nin Soylu’yla ilgili siyasi bir ajandası mı var ya da Etienne de La Boetie haklı mı?

Bahçeli, Soylu överken Kılıçdaroğlu, Yerlikaya övüyordu; ne söylemek istersiniz?

Ben Bahçeli’nin Soylu’yla ilgili geleceğe yönelik bir siyasi ajandası olduğunu düşünmüyorum, olsa olsa Soylu’nun böyle bir ajandası olabilir. Ama Soylu’nun içişleri bakanlığı yaptığı dönemi ağırlıklı olarak MHP’ye borçlu olduğunu düşünüyorum. MHP’nin arkasında güçlü biçimde durmasıyla uzun süre bakanlık koltuğunu korudu. MHP neden bunu yaptı? Soylu dönemindeki tercihlere, kadrolaşmaya bakmak lazım.

MHP gibi yapıların en önemli amacı aslında iktidar olmak değil, kadrolarını devletin kritik noktalarına sokmaktır. Böyle büyür, böyle etkili hale gelir. Soylu döneminde bu anlamda çok önemli kazanımlar elde ettiler. 

Soylu tarihe geçen içişleri bakanlarından biri oldu. Hem siyasi olarak hem o dönemde yaşananlar, olaylar nedeniyle…

CHP’nin tıpkı AKP’nin içindeki bir blok gibi Soylu’dan rahatsız olması doğal ve orada bir mücadele alanının olduğu ve o mücadelenin sürdüğü görülüyor şu an Soylu ve Yerlikaya arasında.

Soylu’yu destekleyen Bahçeli’nin de verdiği fotoğrafları anımsayalım. Organize suç örgütü liderleriyle verdiği fotoğraflar, mesajları, Soylu’nun da başkalarıyla verdiği fotoğrafları anımsadığımızda orada zaten anlayış birliği çok doğal olarak ortaya çıkıyor. Bahçeli’nin böyle bir muradı var mı sanmam ama Soylu’nun olduğu eskiden bu yana konuşuluyor. Ama birlikte hareket edilen sürece yönelik operasyon olduğunu düşünerek de arkasında durma ihtiyacı görmüş olabilir. 

AKP; iktidarının en muhalefetsiz dönemini yaşıyor denebilir, diğer yandan yerel seçime az kaldı ve CHP'de kendi sürecini yaşıyor.Yeni anayasa ve yerel seçimle bütünlüklü iktidar isteyen blok ile buna nasıl ve hangi araçlarla direneceği henüz belli olmayan muhalefetin geleceği  nedir? Sizce siyaset, AKP ve muhalefetin bütünü açısından nereye gidiyor?

14 Mayıs seçimi bütün şehir efsanelerini yıkan bir seçim. Bir kere yıllardır “merkez sağ olsa AKP böyle olmaz”, “birlik olursa, AKP’ye karşı başarı elde edilir”, “CHP etkin olsa şu olur”, “ekonomik kriz olsa, tencere kaynamıyorsa AKP duramaz” … bütün yaşadıklarımızın bunlardan çok farklı bir boyutta olduğunu gösteren bir seçim oldu.

Bu anlamda muhalefet açısından bu şehir efsanelerinin bitmesinin hayırlı olduğunu düşünüyorum.  Muhalefet en dibi gördü ama hala gördüğünün farkında değil. 

Muhalefet bugün, bu haliyle AKP’nin kurduğu yeni Türkiye yapısının önemli bir unsuru, parçası… AKP, bana kalırsa muhalefeti ve temel aktörlerini “konfor alanlarınızı koruyun” düşüncesine ikna etmiş durumda.

Muhalefetin bu nedenle çok da şikayetinin olmadığı inancındayım. 

Ana muhalefet partisinde olmanın, oranın önemli kadrolarını işgal etmenin son derece geniş bir konfor alanı var. Hem tırnak içinde kötü olmuyorsunuz, iktidara karşı mücadele ediyorsunuz hem de Türkiye’de baskı altında yaşayan binlerce, milyonlarca insandan çok farklı bir konfor alanında yaşıyorsunuz.  Hem etkilisiniz hem muhalifsiniz, müthiş bir şey. İktidar olmak gibi çok temel bir motivasyonu da -tüm meclis muhalefetini kastediyorum- yok.
Öyle olmasa bugün 14 Mayıs seçiminde CHP listelerinden meclise giren sağ partiler, koşa koşa Erdoğan’ın kurmak istediği Anayasa masasına  “ama  yüzde 52 aldılar” diye oturmaya kalkmazlardı. Yüzde 48’in bu iktidardan memnun olmadığı için bu bloğa oy verdiğini unutmazlardı. Yeni anayasaya gelince; bence Erdoğan için uzun süredir bir politika aracıydı. Ama bana kalırsa ilk defa çok uzun yıllar sonra bu kadar sağ profili yüksek bir meclisi de görünce gerçekten anayasayı değiştirebileceğini gördü. 

Şimdi ilk defa o masayı kurma ve istediklerini yaptırma şansı var. Ben yerel seçimlerden de çok bunu önemsediğini düşünüyorum. Türkiye’nin yeni yönetim biçimini dizayn etmek mümkün. 12 Eylül bir biçimde kurduğu rejimi devam ettiriyordu, ama bundan sonra AKP kendi koyduğu kurallarla, anayasal meşruiyetle, referandumla geçmiş bir anayasa ile bunu yapma imkanına sahip.

Muhalefet, “masaya oturmak kabul etmek anlamına gelmez” diyecektir.  Ancak masaya oturmak tam da mevcut anayasayı bile uygulamayan bir iktidara “hadi senin istediğin anayasayı bir konuşalım” demektir; oysa ön koşul anayasanın uygulanması olmalıydı.

Bitirirken şunu sorayım “devlet operasyonları” için bir yüzleşme beklentiniz var mı? “Beyaz Toroslar”dan ya da 75 yıl öncesinden bugüne baktığınızda bu kitabın Sabahattin Ali cinayeti ile ilgili dosyayı yeniden raftan indirebileceğini düşünüyor musunuz?

Böyle bir eylemsel özelliği olduğunu düşünmüyorum. Bunlar ancak insanlık suçları diyebileceğimiz, böyle kategorize edebileceğimiz bütün bu suçları, aydınlatma çabasına katkıda bulunan araçlar. Adalet talebini seslendirmek, karşı tarafı zorlayabilmek için de bir araç; zira aslında bütün bu çalışmaları yaparken asıl yapması gerekenlerin yapmadıklarına işaret ediyorsunuz. Bunu yapmayanlar bu kitapta yazdığı için yapacak değiller. Bunun için bir anlayış değişikliği, bir paradigma değişikliği gerekiyor, o paradigma değişikliği için bu kişileri, sorumlu kişileri doğrudan ikna edemeyeceğinize göre toplumsal baskı oluşturmak lazım. 

Bu da uzun bir yol; ama o toplumsal baskıyı oluşturmanın en etkili yolu da deşifre etmek.