Savaş ve Barış romanının ana karakteri Bolkonski de 1805’te Napoleon’un ordusuna karşı gerçekleştirilen Austerlitz Muharebesine katılır. Savaş sırasında yaralanıp yere yuvarlanan Bolkonski, bilinci açıldığında daha önce hep baktığı ama hiçbir zaman “gerçekten” görmediği bir manzarayla, gökyüzüyle karşılaşır.

Gökyüzüne bakmak
Fotoğraf: Wikimedia

Ateş Yersu Gök - Yazar

Yıl 1805’tir. Avrupa koalisyonları ve Çarlık Rusya’sı tek bir adamı ve ordusunu yenmek üzere birleşmişlerdir. Napoleon Bonaparte. 

Bir yıl önce kendisini Fransa’nın imparatoru ilan eden, başına tacı kendi elleriyle giydiren Napoleon’un Avrupa kıtası üzerinde yarattığı sarsıntı muazzamdır. Kraliyet soyundan gelmeyen, aslen Fransız bile olmayan bu Korsikalı adamı yenmek, artık bütün monarşik güçler için zorunludur. 

Savaş ve Barış romanının ana karakteri Bolkonski de 1805’te Napoleon’un ordusuna karşı gerçekleştirilen Austerlitz Muharebesine katılır. Savaş sırasında yaralanıp yere yuvarlanan Bolkonski, bilinci açıldığında daha önce hep baktığı ama hiçbir zaman “gerçekten” görmediği bir manzarayla, gökyüzüyle karşılaşır: 

“Başının üstünde artık gökyüzünden başka bir şey yoktu: yavaş yavaş kayan kurşuni bulutlarıyla, bulanık ama yine de ölçülemeyecek kadar yüksek bir gökyüzü. ‘Ne sessiz, ne sakin, ne azametli, hiç de koştuğum zamanki gibi değil,’ diye düşünüyordu, “hiç de koştuğumuz, bağrıştığımız, dövüştüğümüz zamanki gibi değil; Fransız’la topçunun öfkeli ve korkmuş yüzlerle tomarı çekiştirdikleri zamanki gibi değil; bu yüksek, sonsuz gökyüzünde bulutlar hiç de öyle kaymıyor. Nasıl olmuş da ben bu yüksek gökyüzünü daha önce görmemişim? Sonunda onu görebildiğim için öyle mutluyum ki. Evet! Bu sonsuz gökyüzünden başka her şey boş, her şey yalan. Ondan başka hiçbir şey, hiçbir şey yok.”1 

Gökyüzü Bolkonski onu fark etmeden önce de aynıydı ama Bolkonski’nin onu görmesi için yaşadıklarını yaşamış olması, yeni bir farkındalık geliştirmesi gerekiyordu. 

Platon, “bilgi, hatırlamaktır” derken kanımca farklı bir şey kastetmiyordu. O, (Veya onun kalemi üzerinden can bulan Sokrates) öğrenmenin aslında bir anımsama eylemi olduğunu savunur. Bu düşünceye göre bir şeyi öğrendiğimizde aslında önceden sahip olup unuttuğumuz bir bilgiyi tekrar hatırlarız. Sokratesçi metot, bir dizi soru cevap, sorgulama yoluyla bir şeyi bilmediğini söyleyenlere aslında onu bildiğini, bir şeyi bildiğini söyleyenlere ise aslında o şeyi bilmediğini kanıtlamaya çalışır. 

Ucu ruhun ölümsüzlüğüne dayanan bu felsefi görüşü kendi hayatımıza da rahatlıkla uyarlayabiliriz: Hayatta kazandığımız en büyük farkındalıklar, aslında hep bizimle olduğunu bildiğimiz, içimizde daimi olarak duyumsadığımız ama bir türlü o güne değin zihnimizde bir yere oturtamadığımız farkındalıklardır. Aydınlanma ânı; daha önce fark ettiğimiz şeylerin, daha önce fark etmediğimiz bir şekilde zihnimizde armoni içerisinde cereyan etmesi sonucu eriştiğimiz bir üst farkındalıktır. O dağınık parçaların teker teker yerine oturduğu, kaosun düzene vesile olduğu, gökyüzünün fark edildiği an… 

Bu bağlamda “gökyüzüne bakmak” hayattan uzaklaşmak değil, içinde bulunduğumuz, bizi sınırlayan zaman ve mekâna uzaktan, daha dingin, ulvi bir gözle bakmak ve akabinde yaşadığımız dünyayı tekrar yorumlamaktır: 

hatırladı Tolstoy’un “Harp ve Sulh”ünü: 

Toprağın kavgasını yüreğinden at, 

bul ki gökyüzünü, ordadır bahtiyarlık, 

kuşkusuz, sefaletsiz, 

geniş, 

yüksek, 

rahat, 

büyük sırrını orda çözer hayat 

Hayatın büyük sırrının çözüldüğü yer gökyüzüdür; çünkü orası sözden, anlamdan, yasadan, 

sınırlardan muaftır. Orada ne Napoleon vardır ne de savaş, ne doğru vardır ne de yanlış. 

Başka bir tabirle gök kubbenin sınırı, sınırsızlıktır. 

Ve ona çıplak gözlerle bakabilen insan, kendini derin bir tefekkürün içinde bulur. Gerçekten 

hayatın anlamı nedir? Kozmik perspektifte karınca kadar bile bir yer teşkil etmeyen insan, 

dünya denen bu kürede nasıl da anlamsız bir kaos içerisindedir! 

İşte bu kaosun içerisinde debelenirken, gündelik hayatın alışagelmiş sularında yüzerken 

karşımıza bir anda sonsuz gökyüzü gözümüze gelmiş ve bize “gökyüzünü severmişim 

meğer” dedirtmiştir. 

Yine hapisten çıktığında, gökyüzüne bakmayı bir düstur edinen Nâzım’ın ilk fark ettiği şey 

bu uçsuz bucaksızlık, sonsuzluktur: 

Bugün pazar. 

Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar. 

Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün 

bu kadar benden uzak 

bu kadar mavi 

bu kadar geniş olduğuna şaşarak 

kımıldamadan durdum. 

Sonra saygıyla toprağa oturdum, 

dayadım sırtımı duvara. 

Bu anda ne düşmek dalgalara, 

bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım. 

Toprak, güneş ve ben... 

Bahtiyarım... 

Yeryüzünü daha iyi görmek, ufkumuzu her daim genişletmek için daha çok “Göğe bakalım”.2 

1 Lev Tolstoy, Savaş ve Barış, çev. Zeki Baştımar ve Nâzım Hikmet, Can Yayınları. 

2 Turgut Uyar, Göğe Bakma Durağı, YKY, 2008.