Virginia’nın "Kendi sesimi duymaya kırkımda başladım" diyerek yazdığı ilk deneysel roman Jacob’un Odası... Zamanın ve mekânın birbirine karıştığı, bu yüzden de takip etmenin epey zor olduğu, aslında yazarken kendisinin de emin olamadığı yepyeni bir roman türünü yaratıyor.

Gölgelerin geçit töreni

SEMİHA DURAK

Hayatımın hiçbir döneminde son aylarda yürüdüğüm kadar yürümemiştim; on binlerce adım, kilometrelerce yol... Yüzlerce ağacın yanından geçtim. Ve daha önceleri fark etmediğim çiçek türlerinin, kokularının... Yıllardır buradaydılar; benden önce de bu gezegende, bu ülkede, bu şehirdeydiler. Ama ben görmeye yeni başlayan biri gibiyim.

Çok farklı tasarladığım bu yıl sanki başka bir çağa, başka bir coğrafyaya ışınlanmışım gibi başladı. Bir mağaraya sığınmış yarı yerleşik Natufyanlar gibi dış dünyanın tenha ve güvenli olduğundan emin olduğum zaman dilimlerinde, koruyucu silahlarımı alıp mağara dışına çıkıyor ve yiyecek toplayıcılığı yapıyorum.

Şehirler terk edilmiş gibi... Tavşanlar, sincaplar, tilkiler ve keçiler şehrin boş sokaklarında ne aradıklarını bilmeden, bir o yöne bir bu yöne koşturup duruyorlar. Keçilerini kaçırmış bir ülkedeyim. Belki de Chagall’in rengârenk resimlerinden birinin içindeyim. Tıpkı onun resimlerindeki gibi havada uçuyor keçiler de tutkularım da yapmak istediklerim de... Bir zamandan başka bir zamana geçerken dünya, havada uçar gibi koca bir boşlukta asılı kaldı her şey.

Duvarlarını ve pencerelerini sarmaşıkların sardığı pubların, bir daha hiç açılamayacağını ilan eden kepenkleri tozlanmış havalı restoranların yanından geçerek iniyorum şehre. Aylardır ilk defa görüyorum Tate Modern’i ve Milenyum Köprüsü’nü. Yapılışı ve tadilatı sırasındaki insansızlığını saymazsak galiba ilk kez böylesine ıssız bu köprü… Köprünün tam ortasında durup iki yanımdan seyrediyorum Thames Nehri’ni. Tıpkı insanlar gibi bu bulanık nehir de aylardır kendi başına yaşıyor bütün medcezirlerini.

Hoşuma gidiyor ıssızlık. Korkacağımı sanıyordum oysa kimsesizlikten. Tuhaf. Öyle bir dinginlik ki içimdeki sormayın.

Yürümeye devam ederken dinginliğimde, Rolling Stones’un son şarkısı çalmaya başlıyor kulaklığımda. Belki de diyorum -şarkıyı dinlerken kendime- “hayalet şehirde yaşayan bir hayaletimdir” onlar gibi ben de.

Karşımda bütün ihtişamıyla St. Paul Katedrali yükseliyor. Ona doğru yürüyorum, yine aynı kararlı adımlarla. Köprüyü geride bıraktığımda, katedral ile armada, büyük altın harflerden bir kelime çıkıyor karşıma. Etrafında bir tur atıyorum heykeli andıran kelimenin. Mırıldanır gibi en kısık sesimle okuyorum: "What" (Ne). Yalnızca yürümeye devam edersem tamamlanacak bir cümlenin parçası olduğu belli. Bu bir iz, ipucu, bir mesaj, bir soru. Sorudan sıyrılıp çıkmayı bekleyen bir hakikat belki de.

Sanki benimle konuşuyor şehir; bir sırrı var ve bunu benimle paylaşmak istiyor. Bir yabancıyla, Avrupalı bile olmayan bir göçmenle üstelik. Neredeyse yirmi yıldır bu şehrin sakiniyim ben. Ama buralı değilim, buralardan değilim. Nereli olduğumu kendimin bile unutacağı kadar hızlı ve uzun aktı zaman.

Her sabah yaptığım gibi eski tren yolundan ağaçlı bir patikaya dönüştürülmüş ve beni Highgate Korusu’na çıkaran yola doğru değil de şehir merkezine doğru yürümeyi seçmiştim bu sabah. Kararlı adımlarım beni buraya kadar taşıdı. Ne iyi ettim ayaklarımı dinlemekle. Şimdi benimle konuşan bir şehrin içindeyim. Paha biçilmez bir an bu.

Aslında şehir merkezinden de öte, dünyanın merkezi burası. Tüm dünyayı parmağında oynatan bankalar, en büyük finans şirketleri tam burada, şu an benim durduğum yerdeler. Gökleri delen camdan, ya da neoklasik yapıda taştan binalar içinden küstahça, yukarıdan yukarıdan yön veriyorlar zamana, bütün o şık giyimli küstah adamlar ve kadınlar. Nasıl da kibar ve asiller gizlerken korsanlıklarını maskelerinin ardına ve kanunla el koyarken Bolivar’ın çocuklarının altınlarına. Kim inanır şimdi, tam şurada ayaklarımın altındaki dehlizlerde gasp edilmiş tonlarca altın olduğuna? Şimdi görünürde sadece bu boş binalar o asil ve de kibar korsanlardan geriye kalan.

Hayalet binaların arasında ilerliyorum ve kelimeler kucaklamaya devam ediyor beni. Şimdiye dek topladığım ipucu kelimelerle ortaya çıkan cümle şu: What are going to meet (Ne ile karşılacaksın). Cümlenin henüz tamamlanmamış olduğundan eminim çünkü ortada bir soru işareti yok. Haklı olduğumu anlıyorum; biraz ilerde bir if (eğer) bekliyor beni. You (sen) geliyor ardından. Sonra da sırasıyla turn (dönmek), this (bu/şu), corner (köşe). Ve nihayet soru işaretim de (?) orada. Hepsi toplanıp bir araya geldiğinde bu ıssız şehrin sorusu karşımda: ‘What are going to meet if you turn this corner?’ (Şu köşeyi dönersen ne çıkacak karşına ?) Bu cümle beni bir paragrafa, paragraf doksan sekiz yıl önce yazılmış bir kitaba taşıyor. Kitap ise bir hayatın içine gizlenmiş ve Londra'dan Atina'ya, oradan İstanbul’a uzanan yolculuklara çıkarıyor beni. Geçtiğimiz yüzyılın Londralı sakinlerinden Virgina Woolf’un yazdığı Jacob’un Odası’nın içindeyim. Sabahtan beri yaptığım buymuş meğer. Sayfalara dönüşmüş sokaklarda dev kelimelerin arasında yürüyor, ipuçlarını toplayıp yolun beni nereye götüreceğini ve eğer bir sır varsa onun ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Kelimeler cümleye cümleyse bir paragrafa dönüştüğünde hayata dair mesajım, bu şehrin bunca yıl sonra benimle paylaşmak istediği sır çıkıyor ortaya. Şöyle diyor kız kardeşim Virginia’nın sesinden bana Londra:

“Hayatın tuhaf yanı, ne olduğu yüzlerce yıldır herkesçe bilinmesine rağmen, kimsenin onu yeterince anlatamamış olması. Londra sokaklarının haritası var, ama tutkularımız hala ıssız, keşfedilmemiş. Şu köşeyi dönersen ne çıkacak karşına ?"

Virginia’nın ‘Kendi sesimi duymaya kırkımda başladım’ diyerek yazdığı ilk deneysel roman Jacob’un Odası. Zamanın ve mekânın birbirine karıştığı, bu yüzden de takip etmenin epey zor olduğu, aslında yazarken kendisinin de emin olamadığı yepyeni bir roman türünü yaratıyor ilk kez Jacob’un Odası’nda. Kitabı 1922’de, iki dünya savaşı arasında yazıyor.

‘Bütün tarih pencerenin ardında birikir’ diyerek Jacob’un Odası’nın penceresinden Birinci Dünya Savaşı öncesine ve savaşın ardından hızla değişmekte olan dünyaya bakıyor Virginia. Ben de onun gözlerinden iki farklı dünya arasında sıkışıp kalmış genç bir adamın, savaşla sona ermiş kısacık hayatındaki yolculuğuna uzaktan bakıyorum. Görünürde Jacob’tan geriye kalan boş bir oda sadece. Odanın içindeyse vaktiyle ona ait olan, içi ‘boş’ kalmış bir çift ayakkabı... Jacob’un savaşta yitip gidişiyle ardında bıraktığı o hüzünlü boşluğu, odasında ondan geriye kalan ayakkabılarından daha iyi ne anlatabilirdi ki? Ölülerin ardından kapı önlerine bırakılan ayakkabılar var benim doğduğum ülkede de. Ölülerin de, yitip giden zamanların da ardında bıraktığı boşluk her yerde aynı işte.

Jacob’un Odası’ndan çıktığımda ben artık eski ben değilim. Sanki ilk defa kendi sesimi duymaya başlıyorum Virginia gibi. Onunla aynı yaşlardayım. Belki de bundandır artık kendimi duymaya başlayışım.

Tam o anda, yani kendimi duymaya başladığımda tuhaf bir hüzne dönüşüyor şehirdeki boşluk. Hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacak. İki dünya arasında sıkışıp kalmış gibiyim ben de. Tükenmekte olduğunu fark edemediğim, aslında sevmediğim ama yine de benimsediğim ‘normal’ dünyadan kalan bomboş binalar, hayalet bir şehir ve beni haritası olmayan, hiç öngöremediğim geleceğe taşıyacak, şu an için sadece ölü bir boşluk olan tutkularım... Gerçekten de şu köşeyi dönersem ne ile karşılaşacağımı bilemediğim bir zamanın içindeyim.

İki zaman arasında bir boşlukta görünce beni dayanamıyor ve açıveriyor odanın penceresini Virginia. İnce narin ellerini pencere pervazında birleştirmiş. Sokağa doğru hafifçe eğilmiş bakarken bana, saçları dökülüyor iki omzuna. “Hayat” diyor -dışarıda biriken tarihe bir bakış attığı pencerenin köşesinden konuşurken benimle- “Gölgelerin geçit töreninden başka bir şey değil; onlara neden bu kadar sıkıca sarıldığımızı ve gölge oldukları halde yitip gittiklerinde neden böyle derin bir acı duyduğumuzu kim bilebilir?"

Onu böyle beklenmedik bir anda karşımda görünce heyecanlanıyorum. Oysa sorularım vardı aklımda ona sormak istediğim. “Şimdi” diyecektim -eğer unutmasaydım - “şu andaki boşluğun gölgesi de var mıdır ve yitip gider mi günün birinde? Boşluğun da izi kalır mı geriye?"