Belirsizlik duruma bu kadar egemen olduğunda, hangi adımın bizi nereye götüreceğine bir türlü karar veremediğimizde, kararlarımızın

Belirsizlik duruma bu kadar egemen olduğunda, hangi adımın bizi nereye götüreceğine bir türlü karar veremediğimizde, kararlarımızın etkisini kestiremediğimizde, ne yapacağız? Anayasa değişikliğinin getireceklerine mi, götüreceklerine mi odaklanacağımızı bilemediğimizde, herkes bellediğinde devam edecek

Bu köşenin 'sola açık liberal aydın' kategorisinde sayılacak yazarının bazı Anayasa maddelerindeki değişiklik oylamasındaki (üstelik, pek de kesin olmayan) görüşünün kimse için özel bir önemi olmaması gerekir. O nedenle kendi oyuma ilişkin görüşümü topluma ilan etmeye de gerek duymuyorum. Ancak, bu yazıyı okuduğunuza göre, önem verdiğinizi sandığım psikiyatri, çocuk ve gençlik psikiyatrisi, beyin bilimleri ve insan gelişimi alanındaki bilgilerimin evet/hayır tartışması açısından bir anlamı taşıdığını da tahmin ediyorum. 12 Eylül’deki oylama ile içine girdiğimiz 'ruh durumu'nu anlamak, kararlarımızı özgürce verebilmek için belki katkıda bulunur diye düşünerek, bu hassas konuları biraz didikliyorum.

Demokrasi yönünde adımlar

“Gazeteci Nuriye Akman, Ali Nesin’in referandumda oyunun ne olacağını sorunca, Nesin oyunun “Evet” olacağını açıkladı: “Çünkü değişiklik yapılması gerekiyor. Bu bir adımdır. Üç adım atılması gerekiyor belki ama hiç olmazsa bir adım atalım. Sadece o yüzden” dedi.” Bu makul bir gerekçe. “Yetti, yetmedi, az geldi, fazla geldi” tartışmasının ötesine geçerek düşünmek isteyenlere ilham kaynağı olacak netlikte. Yine de bir belirsizliği ortadan kaldırmıyor: Üç adımın birincisi mi, yoksa kaçıncısı? Diğer adımların atılmasını önleyebilecek bir adım mı? Yoksa, diğer adımların daha hızlı atılmasını sağlayacak bir adım mı? Beklenenin tersine, oy verenlerin çoğunluğunun “hayır” demesi bu adımların atılmasını önler mi? Hızlandırır mı? Oy vermeyenlerin sayısı nasıl bir etki yapar? Bilmiyoruz. Sadece tahmin ediyoruz. Hepimizin tahminleri farklı.

Belirsizlik duruma bu kadar egemen olduğunda, hangi adımın bizi nereye götüreceğine bir türlü karar veremediğimizde, kararlarımızın etkisini kestiremediğimizde, ne yapacağız? Anayasa değişikliğinin getireceklerine mi, götüreceklerine mi odaklanacağımızı bilemediğimizde, herkes bellediğinde devam edecek. Gözünü kapatıp, her zamanki oyuna paralel bir oy verecek. Sonuçların her oylamada birbirinden farklı olmasını ne belirleyebilir? Herkes’e dahil etmediğimiz bir seçmen kesimi var mı?

Ülkemizde yüzde 14’lük bir stratejik oy veren seçmen grubu olduğu söylenir. Bu seçmen grubu içinde kalbi solda olanların oranını bilemesek de, bu grubun istikrardan yana ve ülkedeki haklılık/haksızlık dengelerini gözetmek yönünde oy kullanabileceğini düşünebiliriz. Belki siz okurlar arasında da kendisini bu akılcı, tam körükörüne bir taraf olmakta zorlanan kesim içinde görenler vardır ya da, stratejik seçmenleri fazla rasyonel, fazla bitaraf buluyorsunuz. Bu denli belirsizlik durumunda, niyet okuma ve güven duyma gibi pek rasyonel olmayan yöntemler ile karar vermekten başka yol bulamayabilirsiniz. Birisine, mesela hükümete güvenebilmek istiyor olabilirsiniz. Ya da, yönetenlerin her yaptıklarının kendi iradelerinin eseri olmadığını, hayatın o kadar da kontrol edilebilir bir akışa sahip olmadığını, atılan bir ya da üç adımın ne yönde olacağını bugünden kestirmenin mümkün olmadığını düşünüyor olabilirsiniz. O zaman neye inanıyorsanız, onu yapacaksınız. Bir başka deyişle, bir şey bilmediğimizde, bir şey anlamadığımızda, hep yaptığımızı yapacaksınız. Düşünme yoluyla bu ikilemin içinden çıkmak yerine, bir 'leap of faith' (inanç adımı, gözünü kapatıp kendini teslim etme anlamında) atacaksınız.

Bu oylamanın, birçok benzer oylama, gibi hepimize iyi gelen bir yanı var. Fikrimizin bu kadar önemli olduğu hissini vermesi, belki de referandumların umumi arzu üzerine sık sık tekrarlanması sonucunu doğuracak. Biraz olsun, önemli ve değerli hissetmemiz fena mı? Bu arada, demokrasi ne yöne gider, nasıl gider, koşar adım mı, sekerek mi, ben bilemem.

Hiçbir şey sahici değil.

Hiç bir şeyin sahiciliğine inanamadığımız bir 'mış gibi'ler ülkesinde, geniş kitleler bu güven krizini ancak körükörüne inanarak atlatabiliyorlar. İlkeler ile dogmalar arasındaki fark bilinmediğinde, din referanslı rahatlatma yöntemleri modern ve demokrat-mış gibi algılanabilir. Körükörüne inanç makbulleşir, itibar kazanır. Bu rahatlamayı kabul etmeyen, körükörüne inanmaya razı olmayanların ödeyeceği bedel ise derin bir huzursuzluk olacak gibi gözüküyor. Bilimsel düşünceye dayalı bir değerler sistemi bu huzursuzluğa çare olabilir mi? Evet. Doğan Cüceloğlu’nun Mart 2008’de yayımlanan 'Korku Kültürü' adlı kitabı sanki bugünler için yazılmış: “Bir toplumda ‘korku kültürü’ egemense, orada ne gerçeğe 'koşulsuz saygı’ vardır, ne de ‘can’ önemsenir (...) Bilimsel düşünce de gelişemez. Ve hayatlar ancak ‘mış’ gibi yaşanır.” 'Mış' gibiliği kaldıracak bir anayasa değişikliği getirecek olan var mı?