İkisinin de aynı anda Moskova’da bulundukları zamanlar olmuş. Ama görüştüklerine dair bir bilgiye rastlamadım. Tınıları farklı olsa da aynı dili konuşan bu iki Akdenizli devrimcinin Moskova’nın soğuğunda oturmuş, heyecanla yaptıkları konuşmaları hayal ediyorum yine de.

Gramsci’nin mezarında Nâzım’ı anarken

Semiha Durak

“Bonjorno” diyerek telefonu açtı karşıdaki ses. Aynı şekilde karşılık verip birkaç kelimelik İtalyancamın sınırlarını fazla zorlamadan İngilizceye geçtim.

“Mezarlığa son giriş saatini kaçırmışız” dedim. “Ama sadece beş dakika uzaktayız. Bir mezarı ziyaret etmek için girmemize izin verir misiniz ?” Kısa bir sessizliğin ardından, “Hangi mezar?” diye sordu ses. “Gramsci” cevabını duyar duymaz da “Tamam” dedi. “Kapıdaki zili çalıp isminizi söyleyin.”

Yüksek duvarlı Roma mezarlığının, adımı söyler söylemez açılan döner kapısıyla az sonra kendimi bir masalın içinde bulacağım sandım. Masallar değil ama tarih ve coğrafyanın çerçevesine sığmayıp taşan insan hikâyeleri karşıladı beni içeride. Gramsci’nin mezarının buluşturduğu, zamana ve mekâna tıpkı onun gibi meydan okuyan evrensel hikâyeler.

Bir adam duruyordu mezarın başında. Elinde kırmızı, beyaz karanfiller. Sağ yumruğu havada arkadaşına poz verirken, aramızda başlayan “sağ yumruk mu yoksa sol mu?” şakalaşması sohbete dönüştü. “Nereli olduğumuz” sorusuna verdiğimiz yanıt “seçimler ne zamandı?” sorusunu getirdi. “Şimdi, şu anda” diye atıldım heyecanla; oyumu önceki hafta Londra’da kullandığımı açıklayarak. Başını iki yana salladı, içini çekti; “O adam gitmeli, başka yolu yok.” Gözlerinden bizi anladığı okunuyordu bunu söylerken. Tanıştık. A. Vijayaraghavan, Kerala’dan Hintli bir komünist. Tarım İşçileri Sendikası başkanı, Marksist Komünist Parti yönetim kurulu üyesi. Geçen dönem milletvekilliği yapmış. “Pek solcu değil ama iyi yazar” dediği Orhan Pamuk’u seviyor. Benim Adım Kırmızı’nın en sevdiği roman olduğunu söylemesi metaforlar yağmuru başlattı zihnimde. Statüko ve yeni, doğu ve batı arasında sıkışmışlıkları anlatan romanın adının, “eski dünya ölüyor, yenisi doğmak için çabalıyor” diyen Gramsci’nin mezarı önünde, Türkiye’de “tarihî” seçimlerin yapıldığı günde zikredilmesi, anlamlar yüklemek istediğim kesişmeler, iç içe geçmiş tesadüfler gibiydi.

Orhan Pamuk’un nakkaşlar üzerinden, Batı resmi ve Osmanlı minyatürünü karşılaştırarak üslup ve taklit kavramlarını irdelediği roman iki arada kalınmışlık halini anlatıyor. Bu sıkışmışlık duygusunun kendisinin bile bugün hâlâ taklit ettiğimiz bir üslup, dünyayı görme biçimimiz olduğunu düşünüyorum. Bir türlü doğuramıyoruz o kendine özgü yeniyi. Arafta olmanın derin sancısı içinde geçiyor “işler ve günler”. Işıksız, gölgesiz, havada asılı duran, perspektiften yoksun minyatürler olmamızı istiyor çünkü kurulu düzen. Oysa “minyatür” kelimesinin kendisi bile meraklı o değişimi başlatmaya. Adını eski elyazmalarındaki baş harflerin kırmızısına renk veren kurşun oksitin Latincesi “minium”dan aldığını öğrendiğimden beri gözüme sanki derinliği varmış gibi görünüyor minyatürler. Tarihin gizli kodlarından biri gibi duran kırmızıyı saklıyorlar içlerinde.

Yazarken kırmızının kızıl tonundan, kurşun gibi kelimeler seçen, tarih, siyaset ve felsefeyi şiire bir nakkaş edasıyla işleyen şairi hatırlıyorum. “Bakmayın sarı saçlı, mavi gözlü olduğuma ben Asyalıyım, Afrikalıyım” diyen, Doğu adına “biz” ifadesini enternasyonalist bir perspektifle kullanan şair Nâzım Hikmet’i. Ve özellikle iki uzun şiirini. İlki, İngiliz kolonyalizminin kanlı çizmeleri altında ezilen bir coğrafyada Hintli bir devrimciyi anlattığı şiir: Benerci Kendini Niçin Öldürdü? Gramsci’ye iki karanfil getiren Hintli devrimciye Nâzim’ın Benerci’sini anlatıyorum. Gözleri parlıyor. Benerci‘nin gerçekte var olup olmadığına dair varsayımlar olsa da, şiirde anlatılanların gerçekliğinden, Hindistan’daki mücadelenin hakikatinden şüphe yok.

Şiirin yazıldığı günlere bugünden bakıldığında, emperyalist güçler altında ezilen halklarla dayanışmayı, egemen güçlerin hegemonyasına karşı o halklarla birlikte savaşmayı dert edinen üsluptan, dünyaya, Nâzım gibi, enternasyonel görme biçimleriyle bakabilen bir sol anlayıştan ne kadar geriye gidilmiş olduğu görülüyor. İnsanları birbirinden uzaklaştıran; halkları birbirine çarpan, bölen, kırdıran politika, çağın her köşesine, toplumun tüm katmanlarına sızmayı başarmış zehirli bir sarmaşık gibi.

Şiirin sonuna doğru yorgun düşen ve bireylerin tarihin akışını değiştiremeyeceği düşüncesine kapılan Benerci’nin aksine Gramsci, “tarihe yön veren değişimlerin toplumdaki ilerici sınıfların bilinciyle ilişkili” olduğunu savunuyor. Ama yine onun deyimiyle, “aklın kötümserliği ile iradenin iyimserliği”ni dengelemek gerek. İtalyan faşizminin “bu beynin işlemesini yirmi yıl durdurmalıyız" diyerek hapse attığı Gramsci, parmaklıklar arasından gönderdiği mektuplarla karanlığın içinden bunca yıl sonra bile ışık olmaya devam ediyor. Nâzım da öyle.

İkisinin de aynı anda Moskova’da bulundukları zamanlar olmuş. Ama görüştüklerine dair bir bilgiye rastlamadım. Tınıları farklı olsa da aynı dili konuşan bu iki Akdenizli devrimcinin Moskova’nın soğuğunda oturmuş, heyecanla yaptıkları konuşmaları hayal ediyorum yine de. Nâzım’ın aklıma düşen diğer uzun şiiri Taranta Babu’dan İtalya’daki faşizmin boyutlarını ne kadar iyi bildiği anlaşılıyor. Etiyopyalı genç bir adamın karısı Taranta-Babu’ya gönderilmiş kurgusal mektuplardan İtalya’daki göçmen karşıtı faşizmi şiir gibi okuyoruz. Nâzım, “makarnası kadar faşizmi de meşhurdur” dediği İtalya’nın diktatörü “Villa Torlonya’da oturan büyük idealist Sinyor Mussolini”nin dilinden “F” harfinde faşizmin tarifini yaparken şöyle der “Faşizm için her şey devletin içindedir. Devletin dışında manevî veya insanî hiçbir şey yoktur, her şey değersizdir.”

Bugüne dair de ne çok şey söylüyor Taranta Babu. Bakın “bütün yollar (yine) Roma’ya çıkıyor” der gibi uyarıyor.