EREN AYSAN Ülkemiz tiyatrosunun en kıymetli isimlerinden Gülriz Sururi’nin ölümünü yılın ilk günü bir gazete ilanıyla öğrenmemizin ardından pek çok tiyatrosever ona olan sevgisini göstermeye çabaladı. Hayatında tiyatro sanatıyla ilişki kuramamış, bu nedenle de anlayıştan, kavrayıştan yoksun bir gurüh da belki de “neden?” olduğunu bilmeden saydırmayı yeğledi. Bütün bunlar bir gerçeği değiştirmiyordu: O tiyatromuzun son […]

Gülriz…

EREN AYSAN

Ülkemiz tiyatrosunun en kıymetli isimlerinden Gülriz Sururi’nin ölümünü yılın ilk günü bir gazete ilanıyla öğrenmemizin ardından pek çok tiyatrosever ona olan sevgisini göstermeye çabaladı. Hayatında tiyatro sanatıyla ilişki kuramamış, bu nedenle de anlayıştan, kavrayıştan yoksun bir gurüh da belki de “neden?” olduğunu bilmeden saydırmayı yeğledi.

Bütün bunlar bir gerçeği değiştirmiyordu: O tiyatromuzun son büyük yıldızıydı. Tiyatro dışında geniş kitlelerle bir dönem yaptığı yemek programı dışında buluşmamış, sinema yapmamış, TV dizilerinde boy göstermemişti. Yalnızca tiyatro sahnesiyle var olmuştu, hatta yaşamını tiyatroyla sürdürmeyi bir alışkanlık haline getirmişti. Buna rağmen konuşuluyor, adı anılıyor, oynadığı müzikallerden kimi parçalar sosyal medyada bol bol paylaşılıyordu. Bu durum ruhlarda geçmişe özlemle, eski İstanbul geceleriyle, İzmir fuarlarıyla, bir daha yaşanmayacak çocukluk ve ilk gençlik yıllarındaki saf düşlerle harmanlanıyordu kuşkusuz. Öte yandan tiyatroya olan ilginin zaman zaman kimi sarsıntılara uğrasa da tükenmeyeceğini gösteriyordu bize.

Gülriz Hanım sahnede göz kamaştıran bir oyuncuydu. Onu ilk izlediğim ânı hayal meyal hatırlıyorum: Kaldırım Serçesi. Sanırım Başar Sabuncu İstanbul Şehir Tiyatrosu’ndan 1402’lik olduktan hemen sonra bu oyunu yazıp yönetmiş, Gülriz Hanım da oynamıştı. Doksanların başında Şinasi Sahnesi’ne Sokak Kızı İrma’yla gelmişlerdi turneye. Babamla gitmiştik. Gülriz Hanım’la ve Engin Bey’le Ankara’da tanıştım, Mülkiyeliler Birliği’nde. Güzel bir geceydi. Anılarla şenlenen unutulmaz saatler. Pavese der ya; ‘Günleri değil anları hatırlarız!’ Benim hatırımda ise o geceden bir dolu an var.

Gülriz Sururi, oyun replikleriyle hayat sözcüklerinin birbirine karıştığı bir evde, işin mutfağında büyümüştü. Annesi ilk primadonnalardan Suzan Lütfullah, babası operet sanatçısı Lütfullah Sururi’ydi. İstanbul’da o dönemde geleneksel tiyatromuzun izlerini sürerek yaşamaya çalışan tiyatrolar vardı. Gülriz gibi genç yetenekler ise daha çok çağdaş tiyatroya sırtlarını yaslamışlardı. Bunda Muhsin Ertuğrul’un büyük katkısı vardı. Tiyatroyu akademik bir düzleme oturtmayı başarmış, İstanbul’da Antoine’den devraldığı Belediye Konservatuarı’nda çok sayıda oyuncu yetiştirmiş, Ankara’da bir konservatuar kurulmasına öncülük etmiş, sonrasınra Devlet Tiyatroları’nın ilk genel sanat yönetmeni olmuş, Demokrat Parti’nin Devlet Tiyatroları’na siyaseti sokma girişimleri sonucunda şapkasını alıp İstanbul’a dönmüş, Küçük Sahne’yi açarak yine çağdaş tiyatroyla harmanlanan bir özel tiyatro yapısının hayata geçmesine aracılık etmeyi başarmıştı. Zaten küçük Gülriz’in Şehir Tiyatrosu’na ve ardından konservatuara gitmesinde de Muhsin Ertuğrul büyük rol oynamıştı.

1950’lilerde İstanbul renkli bir tiyatro yaşamına tanıklık etmeye başlamıştı. Muhsin Bey’in görevden alınıp yerine Cüneyt Gökçer’in getirilmesine tepki gösteren bir grup tiyatrocu İstanbul’a gelmiş, Kent Oyuncuları çatısı altında birleşmişti. Haldun Dormen, Amerika’dan dönmüş, kendi tiyatrosunu kurmuştu.1951 tevkifatında Devlet Tiyatroları’ndan komünist olduğu gerekçesiyle atılıp Sansaryan Han’da işkence gören Ulvi Uraz önce Dormen’le çalışmış, politik tiyatroyu öne alacağı tiyatrosunu kurmuştu.

Yine Fransa’dan gelen Asaf Çiğiltepe, AST’ın öncüsü olan Arena Tiyatrosu’nu hayata geçirmişti. Gülriz Sururi ise Muammer Karaca Tiyatrosu’nda seyirci karşısına çıkmış, ardından Dormen Tiyatrosu’nda çalışmaya başlamıştı. Daha çok butik oyunların oynandığı bu tiyatrolar ilgi görüyordu. O tarihlerde Haldun Dormen büyük bir başarıya imza attı. Şehir Tiyatroları bile ekonomik nedenlerle operetler yapamazken ilk modern müzikal oyununu seyircisiyle buluşturdu: Sokak Kızı İrma. İrma rolü Gülriz Sururi’nindi. Haldun Dormen, bu büyük girişimi yıllar sonra anılarında şöyle yazıyordu: “Bir müzikal sahneleyeceğimi duyan herkes kaşını kaldırıyor, ‘Ne gerek var?’ diyordu. İrma’nın başarıyla sonuçlanmayacağına karar verilmişti sanki. İlk kez bir müzikal yapılıyordu Türkiye’de. Nasıl başarılı olunabilirdi ki? Kim dans edip şarkı söyleyebilirdi? Üstelik hangi orkestra çalacaktı? Kim yönetecekti orkestrayı? Tiyatro çevresi sürekli bu konuyu konuşuyordu. Üstelik Türkiye’de kimsenin böyle bir alışkanlığı yoktu. Avni Dilligil’in 1945’lerde yönettiği Ses Tiyatrosu’ndan beri operet bile oynanmamıştı.” Oysa oyun patlamış, Atlas Sineması’nın seyirci koltukları dolup taşmıştı.

Bu arada Muhsin Bey Yale Üniversitesi’nde tiyatro eğitimi alan Engin Cezzar’a Şehir Tiyatrosu’nda Hamlet rolünü vermişti. Gülriz Sururi ile evlenince Küçük Sahne’de kendi tiyatrolarını kurdular. Tam da böyle bir zamanda Gülriz Sururi Haldun Taner’le karşılaşmasını söyle anlatmıştı bana Haldun Taner belgeseli çekerken: “Bir gün karşılaştığımızda, laf olsun gibilerden, “Haldun Bey” dedim, “Bizim için yazılmış bir oyununuz var mı?” “Var!” “Eyvah Gülriz!” dedim içimden. Söylediğin lafın altında kalacaksın şimdi. “Verin okuyalım.” “Yok, öyle olmaz” dedi Haldun Bey. Ben gelir okurum. Randevulaştık. O dönemde Othello’yu oynuyoruz. Engin Otello, Genco İago rolünde, bense Desdemona. Küçük Sahne’nin oturma odasında dördümüz birlikte oturduk ve Haldun Taner okumaya başladı, elinde koca bir dosya. Fakat bir müddet sonra bize tuhaf bir hal gelmeye başladı. Başladık gülmeye… Oyun seyreder gibi. Çünkü Haldun Bey arada bir kalkıyor, ne bileyim oynayarak okuyor, Genco fırladı, “Ben bunu sahneye koymazsam ölürüm.” Engin, “Uçururuz!” dedi.”

Aslında Keşanlı Ali Destanı’nı Haldun Taner Şehir Tiyatrosu için düşünmüştü. Aklında Reşit Gürzap ve Azra Gün vardı oyuncu olarak. Devlet Tiyatroları’na da başvurmuş, Cüneyt Gökçer’den olumlu bir yanıt alamamıştı. Oyun oynanır oynanmaz geniş bir ilgiyle karşılandı. Sonrasında da tiyatro tarihimizin köşe taşlarından biri oldu.

Altmışların ikinci yarısında köy romancılığı aynı zamanda köy oyunlarını da gündeme getirmiş, başka bir boyut kazanmıştı tiyatro. Gülriz Sururi de bu defa Güngör Dilmen’in “Kurban” oyunuyla seyirci karşısına çıkmış, farklı tarzdaki oyunculuğuyla meydan okumuştu. Bu haliyle de tiyatro arayışlarının hepsine uyum sağlıyordu. Hep genç haliyle tiyatro düşüncesinde de yeniliklere ayak uydurması koşut gidiyordu sanki.

Sonra benim hep yapmak istediğim “Fosforlu Cevriye”’yi tiyatroya uyarladı. Ona, ‘Benden önce davrandınız’ dediğimde, ‘Hiç olur mu? Yıllar evvel Suat Derviş’e söz verdim,’ demişti. Sonra ona hayran olduğum o kadın yazarı Suat Derviş’i anlattırmıştım. Gülriz Hanım’ın kalemi de parlaktı. Öykülerini tek perdelik oyunlar olarak kendisi sahneye uyarladı. Roman da yazdı. 2015’te Akün ve Şinasi Sahnelerinin yıkılma olasılığına karşı bir platform oluşturmuştuk. Ankara’daki eylem kalabalık geçmişti. Ama İstanbul’da az sayıda oyuncu vardı. Elbette Gülriz Hanım da. Şunu da ekleyeyim, Ufuk Uras’ın bir avuç tiyatrocu bağırıyordu minvalindeki tweetine de pek bozulmuştu. Gülriz Hanım’ı birçok eylemde görmek mümkündü. Yakın dönemde Ergenekon ve Balyoz davasındaki tutumuyla ön plana geçmişti. Ama bugün pek az kişinin anımsadığı 1980 sonrasında “Aydınlar Dilekçesi”nde de imzası vardı. Üstelik o dönemde Paris’te Nancy Festivali’nde “Kaldırım Serçesi” davet edilmişti. “Aydınlar Dilekçesi”ne attığı imza nedeniyle Fransa’ya gitmesi engellendi. Bu aslında kültür buluşmasının önüne konulan büyük bir set, ülke adına utançtı. “Bu dilekçeyi imzaladığım için hiç pişman olmadım!” demişti bir karşılaştığımızda. Gülriz Hanım son olarak Afrin Mektubu’na imza atmıştı.

Her zaman güzeldi. Bir sürü manevi çocuğu vardı. Aralarında tiyatro oyuncusu olanlar da. ‘Şimdi genç kuşaktan kimleri beğeniyorsunuz?’ diye sorduğumda, ‘Çok yetenekli çocuklar var. Bizim zamanımızda bir elin parmakları kadardık. O yüzden şanslıydık. Şimdi ise kıyasıya bir rekabet var,’ demişti. ‘Aman olur mu? Siz şimdi de olsaydınız yine Gülriz Sururi olurdunuz!’ ‘Ben rasyonelim hayatım!’ Ne güzel konuşmalarmış.