Ali Bektaş “Gün Yüzü hayatın içindeki gerçek hikâyelere sırtını dönmeden, hatta o hikâyelere sırtını dayayarak yollara düşmüş bir roman. O gerçek hikâyelere baktığımızda ötekileri görmemek, onların sessiz feryatlarını duymamak mümkün değil” diyor.

Gün yüzü kimin yüzü?

ÖZGE DOĞAR

Çeşitli dergilerde yayınlanan yazılarından tanıdığımız Ali Bektaş’ın ilk romanı, ‘Gün Yüzü’ La Kitap Yayınları etiketiyle bu hafta raflardaki yerini aldı.

Sizi çeşitli dergilerde çıkan edebiyat yazılarınızdan ve sosyal medya hesabınızdaki edebiyat sohbetlerinizden tanıyoruz. Bu hafta çıkan ilk romanınızı elinizde tuttuğunuzda ne düşündünüz, ‘Gün Yüzü ’nün macerası nasıldı?
Önce tanıyamadım onu. Yayınevimiz La Kitap’tan içeri girip de karşımda gördüğümde kısa süreli bir şaşkınlık yaşadığımı söyleyebilirim. Bu benim ektiğim tohum mu şimdi diye düşündüm. Böylesine serilip serpileceğini, dallarıyla bana gülümseyeceğini belki tahmin edebiliyordum ama o ilk his bambaşka bir duyguymuş. Hem çok uzun hem çok kısa diyebileceğim bir yolculuğun sonunda ona kavuşmak paha biçilmezdi. Bilgisayar ekranında, not defterlerimde, mahallemdeki fotokopiciden aldığım ilk çıktıda gördüğüm satırları elimde kitap olarak görmek ilk gençlik aşkıyla gizlice buluşmak gibi heyecan vericiydi. Umarım ona âşık olan tek kişi olarak kalmam, çünkü herkesi sevecek kadar geniş bir yüreği var ‘Gün Yüzü’nün.

Bir aşk ile yürüyor hikâye bu esnada karşımıza maden kazaları, işsizlik, kolay yoldan para kazananlar, yetim kalan çocuklar, betonlaşan şehirler gibi geniş bir toplumsal panorama karşılıyor bizi. Hikâyenin oturduğu zeminden, romanın meselesinden bahseder misiniz?
Hayat iyi kötü, güzel çirkin, aydınlık karanlık, mutlu mutsuz yanlarıyla bir bütün değil midir? Bu devasa bütünün içinden minik bir parçayı, tek bir duyguyu, salt bir olayı alıp anlatmak elbette mümkündür. Ancak biz bir yerin fotoğrafını çekerken arka plandaki her şey durup bizim mutlu mesut anlar yaşamamızı beklemiyor. Güzel başlayan aşkları, ilişkilerde yaşanan sarsıntıları, türkülerin, şarkıların, şiirlerin ana besin kaynağı olan ayrılıkları anlatırken etrafımızda olan bitenleri, zorluklar içindeki bambaşka hayatları da görmek zorunda olduğumuza inanıyorum. Hayatın getirdiği tüm zorluklara üzülerek içimize kapanalım, geleceğe dair umutsuz olalım, güzel anlar yaşamaktan utanalım demiyorum elbette. Romanın meselesi tam da burada ortaya çıkıyor aslında: Farkına vararak yaşamak. Aynı suyu içtiğimiz, aynı yolda yürüdüğümüz, aynı otobüsün içinde tutacak bir yer aradığımız, aynı sıralardan geçtiğimiz, aynı toprağın kokusunu içine çektiğimiz bizim dışımızdaki başka insanları görmeden, onların zorlu yaşamlarını inkâr ederek yalnızca kendi küçük dünyalarımıza sığınarak mutlu olmanın anlamsızlığına itiraz eden karakterlerin gözünden bu zeminde ilerliyoruz. Her şey birbirine bu denli bağlıyken kendimizi toplumun sorunlarından soyutlamamıza pek de imkân yok aslına bakarsanız. Bütün olayları gerçek gözlemlere dayandıran ‘Gün Yüzü’ de bu gerçeklerden kaçmamalıydı.

Gün Yüzü için ötekilerin romanıdır demek doğru mudur?
Her birimiz kendi içimizdekilerin ötekisiyiz. İçimizde sakladıklarımız, dilimizle buluşturamadıklarımız, yazıya dökemediklerimizle hangimiz kendimizin ötekisi değiliz ki? Özellikle Umut’un ve diğer karakterlerin içindeki gelgitlerin, iç çatışmaların da aslında birer ‘öteki’ olduğunu belirtmeden geçmeyelim. ‘Gün Yüzü’ için hayatın içindeki gerçek hikâyelere sırtını dönmeden, hatta o hikâyelere sırtını dayayarak yollara düşmüş bir roman diyebilirim. O gerçek hikâyelere biraz dikkat kesilip baktığımızda ötekileri görmemek, onların sessiz feryatlarını duymamak mümkün değil. Bu sorunuzu duyunca, kitabın birinci bölümüne geçmeden hemen önce yer alan, “Yaşadıklarım sadece öznesi olduklarım değil; sokakta gördüklerim, sessizlikte duyduklarımdır” sözünün aslında ta o günlerden bu soruya cevap olarak yazılmış bir not gibi olduğunu düşündüm.
Belki de dejavuydu bu, bilemiyorum.

Toplumsal sorunlar kişisel sorunlarımızın içinde zaman zaman eriyip gidiyor ve elimizde kala kala koca bir hiç kalıyor... Roman hiçliğe bir başkaldırı mı?
Kişisel sorunlarımızın birçoğu el ele tutuşarak önce tüm şehri, sonra tüm yurdu, hatta tüm dünyayı dolaşarak toplumsal sorunları oluşturuyor. Bu kişisel sorunlar insanı fiziken ve ruhen öyle yorabiliyor ki durup soluklanmaya, biraz düşünmeye, ne oluyor arkadaş, diye sormaya fırsat bile kalmıyor. İnsan bu fırsatı bir yakalasa zaten kendi sorunlarıyla çevresindeki insanların sorunlarının el ele tutuşmuş olduğunun farkına varacak ve elini tuttuğu yanındaki insanla ortak çareler aramaya koyulacak. Az önce romanın meselesi için, “farkına vararak yaşamak” demiştim; burada da aynı farkındalığın yakalanması hâlinde o zaman elimizde kalan koca bir hiç değil, yaşanabilecek koca bir dünya olacak. Roman da bu anlamda toplumsal sorunların farkına varmamızı ama kendi ömürlerimizi de güzel ve anlamlı kılma çabasından asla vazgeçmememiz gerektiğini vurguluyor. Çünkü insan sorunların içine düştüğünde değil, vazgeçtiğinde kendini hiç ediyor.

‘Gün Yüzü’ romanında, aşk zıtlıklardan besleniyor mu ya da tam tersi zamanla ortaya çıkan zıtlıklardan tükeniyor mu?
İnsan bu evrende var oldukça aşk da onunla birlikte yaşamını sürdürecektir. Takvimler değiştikçe aşk boyut değiştirecek, kimimize göre eskisi kadar anlamlı olmadığı düşünülecek, belki etkisi yarın daha da azalacak ama o yine de yaşamını sürdürecektir. Bu nedenle aşk romanın tam olarak odağında yer alıyor ama hayata karışıp, toplumla birlikte yaşayarak varlığını sürdürüyor. Farklı düşüncelerin, zıt gibi görünen toplumsal tüm grupların, aykırı renklerin, ayrıksı hayatların aslında insanı ve doğal olarak aşkı beslemesi gerektiği kanaatindeyim. Türküde söylendiği gibi, “insan kısım kısım, yer damar damar” felsefesini içselleştirmiş bir insan için zıtlıklar aşkı da sevgiyi de insanı da besleyecektir. Zamanla ortaya çıkan zıtlıkların aşkı tüketmesiyse, aslında zaten tükenmiş olana bir kılıf uydurmaktan öteye geçemeyecektir.