Bütün kirlilikler bir yana, gürültü kirliliği rahatsız etti bazılarını... Açıkçası beni de rahatsız eden gürültüler var. Ben de onlardan bahsetmek

Bütün kirlilikler bir yana, gürültü kirliliği rahatsız etti bazılarını... Açıkçası beni de rahatsız eden gürültüler var. Ben de onlardan bahsetmek istiyorum. Boş yere çalınan kornolara ceza kesilmesi düşünülebilir mesela. Gerçi Sayın Çevre ve Orman Bakanımız Veysel Eroğlu Paris'deyken gürültü kirliliğinin yoksunluğunu farkettiğini söyledi. O şehirde diğer Avrupa şehirlerinde olduğu gibi korno sesleri de çok seyrek duyuluyor. Eminim bunu da farketmiştir. Bizde ise o her arabadan çıkan sinir bozucu sesler birçok insanı; hem direksiyon başındakileri, hem yayaları, hem de o çevrede oturanları strese sokmaya devam ediyor. İnsanların sinirlerini bozuyor.
Ama Boğaz'da kıtalardan süzülen gürültü kirliliği bir yana, oradan geçen sularda yarattığımız ve umrumuzda bile olmayan kirlilik endişelendiriyor beni daha çok. Bir zamanlar deniz kaplumbağalarının gezinebildiği Marmara Denizi'nin evsel atıklarla, endüstriyel deşarjlarla kirletilmesi üzüyor. Fokların tek yaşam alanlarının tam da üzerine fabrikalar inşa edilmesini anlayamıyorum daha çok. Hassasiyet bekleyen Çevre Bakanımız neden bu konulardan hiç bahsetmiyor? O örnek gösterilen, önemsenen Avrupa Birliği ülkeleri Marmara Denizi'nden çıkarılan kum midyesi gibi deniz ürünlerini ülkelerine artık sokmuyorlar. Marmara Denizi ile ilgili  çalışmalardan biri olan "Marmara Denizi'nin Oşinografik ve Hidrobiyolojik İncelemesi"ni gerçekleştiren hidrobiyolog Levent Artüz birkaç yıl önce, her geçen yıl Marmara Denizi'ndeki canlı hayatının yok olduğunu, 25 yıl önce 40 metre derinliğe kadar balık popülasyonunun bulunduğunu ancak şimdi bu derinliğin 7 metreye indiğini belirtmişti. Ve bu kirliliğin tamamen temizlenmesinin imkansız olduğunu belirtmiş,''Kirliliğe karşı yapılması gereken ilk ve en önemli şey denize kirletici girişini durdurmak. Ancak belediyeler buna yönelik hiçbir çalışma yapmıyor'' demişti. Ancak Boğaz'ın bir kanalizasyona dönüşmesinden daha önemli bulundu gürültü kirliliği.
Evet hiçbir Avrupa kentinde yükselmiyor müzik sesleri geceleri. Kimse gecenin üçünde viyolonsel çalmıyor o sokaklarda. Bir sokaktan yükselen bir şarkı diğer sokaktakine karışamıyor. Çünkü sadece sessizlik yükseliyor o sokaklardan. Alabildiğinizce ıssızlık ve yalnızlık... Yaşayabileceğiniz şeyler kısıtlı, programlı. Onun dışında eğlenmenize bile hak tanınmıyor. Bu yüzden İstanbul'u birlikte dolaştığım Avrupa'nın ayrı ayrı ülkelerinden gelen insanları hayatlarında ilk defa bu kadar hareketli bir eğlence hayatı görüp, bu kadar eğlenerek dönüyorlar ülkelerine. Ve biliyorlar ki yaşadıkları şehirde onikiden sonra bir barın terasında oturmalarının bile imkanı yok. Kapalı alanlar da sigara bağımlılarına dar geliyor. Böylece gönüllerinden geldikleri gibi eğlenmek özgürlükleri bile kısıtlanıyor, çoğu evlerine dönüyor. Tüketim bile azalıyor sırf bu yüzden oralarda yaşayan bar sahiplerine göre. Eminim ki gerçekten yüksek ses müzikten rahatsızlık duyanlar var. Ama benim korkum bunun sadece Bağaz'da kısıtlı kalmayacak olma ihtimali. Beni rahatsız eden Avrupa Birliği ülkelerinin sadece belirli yasalarından behsediyor olmamız. Ve o yasaları örnek gösterek İstanbul'un sıkıcı bir şehre dönüştürmeleri. Avrupa ülkelerinde gürültü kirliliği konusundan daha çok insan hakları, işçi hakları ya da çevre bilimi alanında  yapılanlar dikkatimi çekmişti doğrusu. Neyse biz nasıl olsa yarına kalmadan unutacağız bize dokunmayan gerçekleri. Denizler kirlenecek, balıklar ölecek, onbeş saat çalışan bir insan bir kuruş maaş alamadan, sigortası bile yapılmadan çalışmaya devam edecek, hayvanlar hayvanca öldürülecek, biz ne balık ne bir hayvan ne de sömürülen bir işçi olmadığımız için sessiz kalmaya devam edeceğiz. Madem o kadar hassaslar, bu konular hakkında binlerce hatta milyonlarca imza toplasak bütün bunlar için de işleyen bir yasa çıkarırlar mı dersiniz?