“Burası Bursa’nın dibi. Jack London’ın veya Charles Dickens’ın kitaplarında kalan sanayi bölgeleri gibi, her yer yoksul binalarla dolu...

“Burası Bursa’nın dibi. Jack London’ın veya Charles Dickens’ın kitaplarında kalan sanayi bölgeleri gibi, her yer yoksul binalarla dolu. Bir zamanlar tek katlı olan evlerin üzerine zamanla ikinci, üçüncü, hatta dördüncü katlar çıkılmış. Sokaklar daracık, ilk depremde felaket bölgesi olacak bir yer.

Bölgede otomobil yedek parçası yapan atölyeler ve tamirhaneler ağırlıkta; tekstil atölyeleri de var. Bir de dökümcüler. Dökümcülüğü Konya’dayken de görmüştüm, sanırım bu atölyeler ağırlıkla Konya ve Bursa’daymış, öyle diyorlar.

En yaygın vakalar, tabi bilirsiniz işte grip, yüksek tansiyon filan oluyor, her yerde olduğu gibi. Buraya özgü vakalar ise iş kazaları.

Tamirhaneler veya imalathanelerde sigortalı çalışanlar ağırlıkta, dökümhanelerde hiç kimse sigortalı çalışmıyor. 10 kişilik ekipler halinde dökümcüler var, bunlar günlük 30 lira yevmiye alıp nerede iş varsa oraya gidiyorlar. Kok kömürü ve silisyum dumanı mahvediyor işçileri. Bu mesleği düzenli olarak yapanın 40 yaşın üstünü görmesi kolay değil.

Bir keresinde dökümhane sahibi olduğunu söyleyen bir adam geldi. Söylemeseler patron olduğunu anlamam mümkün değil, o da çalışanlar gibi kir pas içinde.  “Neden sigortasız işçi çalıştırıyorsun?” diye azarladım bunu. Azarı işitince hemen “abla” derler, belki de babam yaşında bir adam. “Abla, sana ne desem inanmayacaksın ama benim aylık gelirim Tofaş’taki bir işçininkinden fazla değil. Sigorta yaptırsam malı satamam ki. Ben belirlemiyorum fiyatları adam bir rakam veriyor, yaparsan yap, yapmazsan başkası yapsın. Mantık bu.”

Tabi buna inanmamı bekliyor. Patron işte... Ama zamanla bakıyorum da yalan değil söyledikleri. Briketten yüksek tavanlı içi tamamen toprak kaplı berbat yerler dökümhaneler. Patron dedikleri adamların 20-30 yıllık Kartal marka arabaları var. Dişler dökük, avurtları çökük. Sanırım hepsini sömüren bir sistem bu. Eğer bu kadar ağır olmasaydı, dökümler de Çin’den gelir ve hepsi işsiz kalırdı kesin.

Dökümhanelerde hayat zor. İşçiler 25 kiloluk kepçeleri elle taşıyıp, kumdan kalıpların içine tek tek boşaltıyorlar. Ocakta sıcaklık 2000 derecenin üstünde. Tepeden ocağa maden ve  mermer yükleyen işçiler, dumandan baygınlık geçirip metal potasına düşüyor bazen. Tamamen yok olma. Bir bakıyorsun adam yok olmuş. Böyle çok vaka var.

En beteri de kalıpların içine fare veya güvencin yavrusu girince oluyor. Bu güvercin milleti dökümhanelerin yüksek tavanlarına yuva yapmaya bayılıyor herhalde. Dumanı yiyince de yavrular sersemleyip aşağıya kalıplara düşüyor ve debelenirken kalıbın içine giriveriyorlar.

Döküm kalıba akınca yavru güvercinler patlıyor. Olan dökene oluyor. Fare daha beter. 10 metre çapında herkese, şarapnel çarpmış gibi oluyor. Ölen de var, ömür boyu sakat kalan da.

Eskiden buradakilerin yarısı AKP’ye yarısı MHP’ye oy veriyordu, bu seçim hepsi AKP’ye oy vereceğini söylüyor. Hastalara neden bunu soruyorum bilmiyorum, benimki de bir tür anketörlük gibi bir şey. Hani maçlarla ilgili şeyler sorulur ya, tabi futboldan hiç anlamam ben.

Bir keresinde preste üç parmağını kaybetmiş bir çocuk geldi. 18 yaşlarında güzeller güzeli bir çocuk. Nasıl da ağlıyor. Kopan yerler dikmek mümkün değil, tamamen ezilmiş. Kanı durduracak bir şeyler yaptım. Çocuk “Beceriksiz orospu, herkese artislik yapacağına kurtar beni, ölüyorum” diye bağırdı bana.

Böyle laflar edenler çıkar bazen. Genellikle hastalardan değil de, hasta yakınlarından olur. Bir çizgi vardır, o çizgiye kadar boyunları bükük “Tabi doktor hanım, evet doktor hanım” filan derlerken çizgi geçildi mi birden değişirler ve küfretmeye başlarlar. Çoğu zaman dizginlemeye çalışsalar da korkunç bir cinsel öfke vardır küfürlerde. Hep benim “tuzumun kuru” olduğunu, zengin olduğumu, fakirin halinden anlamadığımı ima ederler. Bir de “artis” derler, “artist” değil de “artis”.

Kendi kendimi sorgularım bazen, “çok mu tepeden konuşuyorum?” diye. Aslında bu işi yaptıkça bir süre sonra sinir hastası oluyorsun. Güzel bir gelin kız gelir, tekstil atölyesinde çalışan. Bir bakarsın iki ay sonra bıçaklanmış. Meğer eski sevgilisi varmış falan filan.

Bir de kadınlar çok dayak yer. Çarşafa kapanmış olarak gelirler, tansiyon filan diyerek. Tedavi ederken bir bakarım ki her yeri mor. “Boşansana” derim. Yüzüme boş boş bakarlar. “Dövdürme kendini, kaç. Olur mu böyle şey? Polise şikayet ederim diyerek savun kendini” filan derim. Sanırım kadınlar bu sözlerimi kocalarına söylüyorlar ve erkekler bu nedenle nefret ediyor benden.

Hepsinin ortak sevgisi Allah ise, ortak nefreti Kürtler. Bu kadar nefret ediyorlar ama bir tek Kürt hastam olmadı desem yeridir. Acaba onlar başka yerlerde mi oturuyor, bilmiyorum. Öte yandan Bursa’nın dörtte biri Kürt göçmenlerden oluşuyor. Nerede bu insanlar?

Gece eve gelince televizyonu açıp kalakalıyorum. Kız kardeşim Uludağ Üniversitesi’nde, o da benim gibi tıp okuyor, zavallım. Aslında eğitime devam etmem gerek, pratisyenlik çok zor. Astsubayıyız bu mesleğin. Annem babam Manisa’da yaşıyor. İkisi de emekli öğretmen. Çapa’da okudum, üniversite yılları ne güzeldi.

Hayatımın hiçbir anında kendimi zengin gibi hissetmedim. Buradaki işçilerden daha fazla kazanıyorumdur ama örneğin kimsenin maaşını sorgulamadığı bir polisten daha fazla kazandığımı sanmıyorum. Bana niye “zengin” diyorlar? Parmakları kopan o çocuk bana niye “orospu” dedi? Bu nefretin sebebi ne?

Bu sabah BirGün aldım, hep almak istiyorum ama çok pahalı. Bu gazeteye de ayar oluyor herhalde işçiler. Ne garip.

Fenalık geçiren dökümcü bir delikanlı getirdiler. Karnında eski yara izleri vardı. “Güvercin mi patladı?” dedim.

“Yok abla” dedi. Askerliğini Diyarbakır’da yapmış. Bomba patlamasıymış.