Haftanın Öyküsü: Utanç
Beni o an dünyada bir tek Aynur’un anladığını hissettim ama muhtemelen anlamıyordu. Sadece böyle bir durumda söylenmesi gereken en doğru şey neyse, onu söylüyordu
Mete Güner
Beyaz ama barışı temsil etmesini engelleyecek kadar gri lekeleri olan bir güvercin kondu, karşıdaki binanın camlarından birinin yanına iliştirilmiş klima kompresörüne. Tüyleri bileklerini örtüyordu, kuşçuların tabiriyle bir ‘Paçalı Güvercin’di. Beril yanımda olsaydı, kendisinde asalet, zarafet ve bir kaç yüce duyguyu daha uyandırırdı bu gösterişli kuş. Benim tek aklıma gelense, muhtemelen yuvasından kaçmış olduğuydu. Paçalı, dolayısıyla da taklacı bir güvercindi ve onu yakalayabilsem iyi bir paraya okutabilirdim.
Böyle sığ düşüncelerin zihnimi doldurması, beni benden tiksindirdi. Ben eskiden böyle değildim. Bir zamanlar, buzun üzerinde kayan penguenleri izlediğimde, hayata dair ne kadar güzel ve hoş duygu varsa uyanırdı zihnimde. O zamanlar, Beril’in yanımda olduğu zamanlardı. Şimdiyse, benim için buzun üzerinde kayan penguenler... Sadece buzun üzerinde kayan penguenlerdi. Eline çivili sopa alıp da kutuplarda fokların peşinde koşanlar ne hissederse onu hissediyordum.
Önemi yok diye düşündüm, zira Beril yanımda yoktu; yanımda Aynur vardı, kendisine elbise bakmaya gidiyorduk.
“Şuna bak, ne şeker!” dedi kompresörün üzerindeki kuşu fark ettiğinde.
“Öyle şeker durduğuna bakma, taklacının tekidir,” dedim.
•••
Kim olduğunu tam olarak söylemişti de aklımda tutamadım; sonuç olarak çok sevdiği biri evleniyordu. Düğününde giymek için de abiye alması gerekiyordu. Hala niye onca kız arkadaşından birini değil de beni peşine takmıştı anlamıyordum. Ben ne anlardım abiyeden? Bütün bunları, aradığında ona söylemiştim ama kızlar elbise denediğinde çok acımasız yorumlar yapıyormuş, o yüzden onlarla alışverişe çıkmayı sevmiyormuş. Kızlar keşke bir tek elbise provasında acımasız yorumlar yapsa diye geçirdim içimden.
Girdiğimiz kaçıncı mağazaydı, Aynur’un denediği kaçıncı abiyeydi bilemiyorum ama pasifliğimden şikâyet etmeye, beni peşinde sürüklediği için dert yanıp su kaynatmaya başlamıştı. Zira giydiği her elbiseye güzel diye başımı sallıyordum, arabada konsolun üstünde sürekli kafa sallayan biblolara benziyordum. Gönlü olsun diye bir iki kelam edeyim bari dedim.
“Siyah renge ne dersiniz?” diye sordu tezgâhtar kız, Aynur’a.
“Yok ya, ne siyahı, cenazeye gider gibi,” dedim, demez olaydım.
“Doğru, cenazeye de abiyeyle gidiliyor zaten,” diyerek lafı yapıştırdı tezgâhtar kız. Taşı gediğine oturtmanın müthiş özgüveniyle, önümden yürüyüp uzaklaştı. Zehir gibi bir duygu yerleşmişti içime. Alice’in ufalmak için aldığı ilaç, kulak damlası şeklinde zerk edilmişti bünyeme.
•••
Oradan çıkıp, başka bir yere gittik, sonra başka bir yere; sonra başka başka yerlere. Hedef hep aynıydı: Abiye. Kim bir işin peşinde bu kadar koşarsa zalimleşebilirdi ama acımasızca yorumda bulunmak işi daha da uzatacağından, Aynur’un denediği elbiseler hakkında eğer elbise çok çirkin değilse, güzel yorumlar yapıyordum. Pembeyle bej arası acayip bir renkte çok kötü bir abiye denediğinde tam onu geri gönderiyordum ki tezgâhtar herif, Aynur’un fiziğinin düzgünlüğünü bu elbisenin ne kadar iyi yansıttığını, elbisenin kendisine ne kadar yakıştığını anlatmaya başladı. Çok sinirlendim, herif düpedüz yalan söylüyordu. Hemen gittim, elbisenin etiketine baktım ve yalanın sebebini anladım.
Herif yanımda durmuş konuşuyordu; Aynur’un çok etkilendiğini, tufaya gelip elbiseyi alacağını seziyordum. Müdahale etmem kaçınılmaz olmuştu. Beril olsaydı ya da Beril yanımda olsaydı, hemen kendi yorumlarımızla adamı bastırıp susturur, Aynur’u soyunma kabinine geri yollardık. Ama Beril yanımda yoktu, ellerim bomboştu. Böyle olmasına dayanamadım ve tezgahtara bir yumruk salladım.
Yumruğum adamı ıskaladığından, toplama işlemindeki sıfır kadar etkisiz kaldı. Büyük bir savaşçı değildim. Herif de kendisine saldırıldığında karşılık vermeyecek kadar yüce gönüllü değildi. Önümden vızır vızır bir kaç görüntü geçti.
•••
Gözümü açtığımda Aynur’un dairesindeydim. Taksiciyle beraber beni nasıl yukarı taşıdıklarını anlattı. Yattığım yerden biraz doğruldum. Gözlerim kanlı ve yaşlıydı. Sovyetler döneminden kalma bir bina, bir harabeydim. Sovyetler yıkılmıştı ama ben hala orada öyle amaçsızca dikilip duruyordum.
Tezgâhtar kızdan yediğim lafın ardından bünyeme karışan o zehir gibi duygu, tezgâhtar adamdan yediğim dayağın ardından tesirini arttırmıştı. Saçma şeyler yaptığı için küçük düşüp insanlardan uzaklaşan, kendisini yalnızlığa iten birinin utancını yaşıyordum.
“Sana elbise bile bulamadık,” dedim. Dudaklarım, kesilen kurbanlık bir koyunun çırpınan ayakları gibi istemsizce kasılıyordu.
“Boş ver, şimdi bunları düşünme,” dedi. Gözyaşlarına boğulup, boynuna sarıldım. Gününü mahvetmiş, kendimle beraber onu da küçük duruma düşürmüştüm. Pişman ve üzgün olduğumu, kendimden utandığımı söyledim. “Üzülmene gerek yok,” dedi. “Sadece sıkıntılı bir dönemden geçiyorsun, bunu da atlatacaksın.”
Beni o an dünyada bir tek Aynur’un anladığını hissettim ama başımı kaldırdığımda Aynur’un omzunun üstünden salon kapısının üzerine asılmış abiyeyi gördüm. Almaması için uğruna birine saldırıp, dayak yediğim elbiseyi almıştı. Karşımda durmuş sadece böyle bir durumda söylenmesi gereken en doğru şey neyse, onu söylüyordu. O zehirli duygu göğüs kafesime demir attı. Keşke Beril yanımda olsaydı, diye geçirdim içimden, o zaman bunların hiçbiri olmazdı. Ama Beril yanımda yoktu, bunların hepsi oldu.