Hayat boşluk tanımaz. İçini ne ile doldurduğunuzdur mesele. Boşlukları yalanla, dolanla dolduranlar mutlaka yalan olur. Kendisini ele vermeyecek, açığa çıkmayacak, kaynayıp gidecek kaç yalan tanıyorsunuz? Toplumsal, siyasal meselelerde öne atılan kimi yalanlar, başkalarının hayatlarına hücum eder, canını alır, kanını akıtır, gözünü çıkarır, beynini patlatır ve siz tüm olup bitenlerin üzerinden, yalanınızla yerleştiğiniz köşenizde miskince horlarken, birileri omuzlarında çocuklarının tabutunu taşır.

Yalan açığa çıktığında ise hadi “özür” dileyeyim konuyu kapatalım tarzı bir cambazlık, bir başka yalana hazırlandığınızı ele verir. Mesele, “özür”ün samimiliği ya da samimiyetsizliği değil, özür ile kapatmaya çalıştığınız suçunuzdur. Kabataş yalanlarını itiraf etmek zorunda kalanlara, eleştiri-özeleştiri kültürünün eksikliği vurgusu ile ayar verilmesinin kendisi de çarpıktır. Kabataş yalanına BİLİNÇLİ olarak ortak olma söz konusudur. Bir “gazetecilik hatası” değildir. Gazeteci kaynağının yanlış yönlendirmesi hiç değildir. Bilinçli olarak “karşı ayaklanma” teorisine uygun dizayn edilmiş bir yalanı, kitleler nezdinde meşrulaştırmak, güvenilirlik ve doğruluk katmak için seçilmiş isimlerin, kurgulanan provokasyona gönüllü hizmet için kollarını sıvayarak aracı olmalarıdır. Tanıklığını, kalıbını üstüne koyarak “evet gördüm” diye onaylayan, sonra mesele açığa çıkınca, “ne önemi var” özgüveni ile cevap veren, sorunu bir iki tweet mesajına indirgeyip üzerinden atlayan ve nihayet “lafı dolandırmadan” diyerek, lafı dolandırmanın alası ile “gazetecilik hatası”na sallayanlar, kusura bakmasın ama “alışmış, kudurmuştan beterdir” sözünün sağlamasıdırlar.

Sağdan, sol’a tekmil veren “Kabataş yalancıları”nı tanıyoruz hepimiz artık. Tüm pespayelikleri açığa çıkmasına rağmen, aynı başlıkla yazı döşenerek “yalanımızın arkasındayız” mesajı ile yeniden çıkartma yapanların paniğini anlıyoruz elbette. “Yargılanacaksınız” dendiginde çılgına dönenlerin, hep yargılayan ama yargılanmayan olmalarına vurulan bir darbeydi bu söz. Devranın dönmeye başladığı, güçlerine, etkilerine ve bal kaymak yaşayıp aşağıya “mağduriyet” çekerek sürdürdükleri dünyalıklarına, adaleti ve hakikati hatırlatan bir “tehditti” bu hatırlatma.

Danton’un “Hakikat, şu acı hakikat” dediği şey bu işte.

Ondan kaçmak mümkün değil. Ne yaparsak yapalım, bununla yüzleşeceğiz. Hakikati bilmeyen, hissetmeyen ve üzerinde istediği gibi oynanabileceğini düşünenlerinki, daha bir acı olur bilesiniz. Siz hakikati gizledikçe, onu arayan birileri mutlaka çıkar. O biri, bin, on bin, yüz bin, milyonlar olur, yürür üstünüze. Siz gerçeği, gerçeğinizi bastırdıkça birileri gerçeğe, gerçeğinize bakar. Bakışlar çoğaldıkça, boş bir çuval olduğunuzu anlarsınız.

Artık dönüşü yok, çok geç. “Kabataş yalanı” bir dönüm noktasıdır. İçerideki çürümenin, dışarıya yayılan kokusudur. Çok iğrenç kokuyor hem de. İçeride belli ki yıllardır “ölü eti yeniliyor.”

Artık birbirlerini dişliyor, kemiriyorlar. Arsızlık vurmuş başlarına, yalanla düşüp kalkıyorlar.

Yüzleri donuk, tebessümsüz, ekşi ve hissiz. Matlaşmış bir mutsuzluk yerleşmiş içlerine. İnsan kendi içinden çıkıp bir başkası olabilmek için boşalttığında, böyle olur elbet. İçinize hep bir başkasını aldıkça, başkalaşırsınız. Ne diliniz, ne yüreğiniz tek olur. Konuşan bir başkasının dili, atan bir başkasının yüreğidir artık.

Bir araya gelip aynı başlıkla savundukları yalanlarının üstünden ne kadar zaman geçti ki? “Hakikat, şu acı hakikat” yine yakaladı enselerinden.

Şimdi birbirlerine “kalemini kırsın” diyerek tükürük yarışına girenler, esen ters rüzgârla, tükürdüklerini yüzlerinde yalıyorlar. Siz bakmayın, yalanlarının arkasına aynı başlıkla yazı dikmelerine. Kendileri dışında herkesi suçlayacaklar. Önce paralel, sonra o  “zavallı gelin” “hain, yalancı gelin” olacak ve elbirliği ile sürükledikleri bir kadını, kendi gelecekleri için paramparça edip ortalığa atacaklar.

Ama “hakikat, şu acı hakikat” bırakmaz insanın yakasını…

Şimdi, özrü, paraleli vb bir kenara bırakın. Sadede gelin, hakikate yani…