19 yaşındayken bu isimle bir öykü yazmışım. Zengin bir çocuk her konuda haklı çıkıyor çünkü bunu babasının yaptığı

19 yaşındayken bu isimle bir öykü yazmışım. Zengin bir çocuk her konuda haklı çıkıyor çünkü bunu babasının yaptığı binlerce haksızlığa borçlu. Karşısındaki yoksul çocuk hep haksız çıkıyor çünkü babası hep adil davranmış, dürüst bir insan.
Zengin çocuk haklı, çünkü haksız. Yoksul çocuk haksız, çünkü haklı.
Hemen hemen aynı yaşlarda yazdığım bir başka öyküm (Kedi) Yüksek Volüm isimli kitabıma da girmişti. Kitap yayınlandıktan yıllar sonra tanıştığım bir okurum, öyküdeki bir ayrıntıyı alıntıladı:
İyi eğitim almış işkenceci polis, bir militanı vuruyor. Militan can çekişirken ona “Senin kanın böyle yerde kaldıkça, benim sırtım yere gelmez” gibi laflar ediyor. Nihayet militan ölüyor ve işkenceci polis uzun süredir nezaketen dokunamadığı burnunu iştahla karıştırıyor.
Okurum, işte bu burun karıştırma sahnesini çok sevmiş; burjuva nezaketinin iki yüzlülüğüne iyi bir örnek olduğunu söylemişti.
Tarabya sırtlarında, ağaçlar arasındaki odamın, beni hayattan kopartacağını bilemezdim. Bazen gün boyunca ara sıra içecek getiren Songül’den başka kimseyi görmüyorum. Allah’tan şu Twitter çıktı. Sanki karşımda beni dinleyen bir arkadaş varmış gibi, işten bunaldıkça oraya bir laf atıyorum. Bazen yanıt da geliyor. Sanal bir meditasyon veya düpedüz bar ortamı. Üstelik iyi kullanılırsa bir laboratuvara da dönüşebiliyor.
Geçenlerde twitter’ın olanaklarından yararlanarak bir deneye giriştim.
“Nasıl oluyor da oluyor?” başlıklı sorular sormaya başladım. Her 5-10 dakikada bir yeni bir soru sordum. Sorduğum sorulara göre benim “aslında neci” olduğum hakkında kanaat oluşturan kişiler, buna göre bana saldıran veya beni öven yorumlar yazdılar. Tepkiler Sezen Aksu’nun kulaklarını çınlatacak kadar aynıydı; neredeyse herkes beni kategorize ediyor, yaftayı yapıştırıyordu. İşin garibi ben karşı açıdan bir soru sorduğumda bu kez “karşı kamp”lardaki kişilerden tepkiler geliyor ve tüm bunlar 5 -10 dakika içinde oluyordu.
“Nasıl oluyor da, oku diye başlayan İslam dinine inananların bir çoğu sadece bildiğini okuyor?” sorumla beni ılımlı bir Müslüman zanneden okurlar bu eksende yorumlarda bulundu. Daha sonra “Nasıl oluyor da, namazında niyazında mülayim Müslümanlar, binbir türlü kepazeliği görüp de gıkını çıkartmıyor?” diye sordum ve bu kez beni “ılımlı” ama “sorgucu”, muhtemelen Milli Gazete okuru olarak kategorize ettiler.
“Nasıl oluyor da bir erişkin, küçük bir çocuğun hatalarını bağışlarken, koskoca Allah biz minicik kullarına bunca ceza veriyor?” diye sorunca “Ulan sen ateist misin?” şeklindeki yorumlarla birlikte bambaşka bir kulvara gitmiş oldum.
“Nasıl oluyor da pedofilinin meşru olduğu, kadının hayvan yerine konduğu faşist bir ülkeye gidip ruhsal olarak “arınmış” hissedebiliyoruz?” sorumu sanırım kimse anlamadı ve bunu pas geçtim.
“Nasıl oluyor da Türkiye’nin en yoksul günlerinde yaptığı fabrikalar arsa fiyatına tokilenir ve yıllardır hiçbir temel altyapı yatırım yapılmazken, CHP beceriksiz, AKP becerikli oluyor?” sorumla birlikte CHP’li olduğumu düşünen birkaç AKP’li bana öfkeli mesajlar attı. Öte yandan Atatürkçü olduğunu söyleyen kişilerden de övgüler aldım.
Topu topu 10 dakika sonra: “Nasıl oluyor da Türkiye’nin tüm tarihiyle bağını kopartan “harf devrimi” asla eleştirilmeyen çok doğru bir karar olarak anılıyor?” diye sordum ve bu kez az önce beni öven CHP’liler hakarete, az önce yeren AKP’liler övgüye başladılar.
“Nasıl oluyor da sahtekârlık, ikiyüzlülük, haysiyetsizlik ve dürüst davranmama, böylesine yaygın bir hayat tarzı haline gelebiliyor?” sorum yankısız duvarlara gitti; ne mutlu ki kimse üstüne alınmadı. Tıpkı, “Nasıl oluyor da pirzolanın “süt kuzusu” olduğunu duyunca iştahımız açılacak kadar alçaklaşabiliyoruz?” sorusu gibi.
“Nasıl oluyor da Kürt kardeşlerimizin onurlarına sahip çıkmalarına karşı bu kadar hazımsız olabiliyoruz?” yazınca Türk milliyetçileri, “Nasıl oluyor da “milliyetçiler” birbirine düşman oluyorlar? Aslında birbirlerini en iyi onların anlamaları gerekmez mi?” yazınca da Kürt milliyetçileri ağzımın payını verdi.
Orhan Gencebay’ın “Bence Sen de Haklısın” şarkısı zekice tasarlanmış bir felsefi metin gibidir. Bu lafa şiddetle itiraz edip, Gencebay’ı yerden yere vurabilirsiniz. Söz sırası Gencebay’a geldiğinde o gülümseyecek ve size şunu diyecektir: “Bence sen de haklısın.” Herkes her konuda kendini haklı bulabilir. Patron haklıdır çünkü şirket ayakta kalmalıdır, asker haklıdır çünkü vatan elden gidiyordur, işkenceci haklıdır çünkü bunlarla baş etmenin başka yolu yoktur. Herkesin hak iddia ettiği bir ada vardır, sorular bu adaları döven dalgalara benzer.
Üniversitelerin felsefe bölümlerinin ilahiyatçı “hoca”larla doldurulduğu bugünlerde, “soru işaretleri” “nokta”lara karşı yaptıkları ezeli savaşta ağır yaralar alıyor. Gitgide daha az soran, daha az sorgulayan bir toplum oluyoruz.
Totaliter rejimler sorulardan korkar. Çünkü sorular iktidarların baş düşmanıdır. Sosyalistler sorulardan korkmaya başladıkları anda sosyalizmi de terketmiş olurlar. Oysa biz sorulardan hiç korkmaması gereken kişileriz. Elde ettikleri muazzam güçle hava atan vampir sürüsüne sorular gümüş mermiler gibi gelir. Onlar sorulardan korkmalı, peki biz?
Karşıki dağların sahibi de olabilecek Başbakanımız ülkenin tüm kalem erbabına hutbe okurken, sorularla boğulmaması doğal mı? Onca yazarın ceplerinde birkaç soru işareti yok mu? En iyi yazarlarımız bile âşık delikanlılar gibi üç noktacı mı oldu? Aydınlarının soru sormadığı toplumlardan tarih hesap sormaz mı?
Türkiye hızla “soruların” değil “yanıtların”, eleştirel düşüncenin değil, itaatın egemenliğine giriyor. Haklılar hiç bu kadar haksız olmamıştı. Haklılar, çünkü güçlüler; haklılar çünkü haksızlar.
Bizi vuran katilin bile haklı olduğunu düşünüyoruz. Hatta ona minnettarız; çünkü öylesine nazik ki, biz can verene dek burnunu karıştırmayacak.