Bugün önümüzde duran görev sadece başlanıp bitirilemeyen, ezilen, yoldan çıkarılan bir sürecin son kalıntılarını korumak değil aynı zamanda yeni bir yol açmaktır.

Halk egemenliğinden Beştepe’deki Saray’a

Politika Servisi

Emperyalist ülkelere karşı verilen bağımsızlık mücadelesi içinde Anadolu’nun farklı kentlerinde başlayan kongre süreçlerinin sonucunda oluşan Meclis, aynı zamanda Osmanlı’nın ardından halkın katılımının simgesi olmuştu.

Emperyalizme karşı halkın verdiği mücadelenin ödülü gibiydi. Aradan geçen 104 yıl halk egemenliğinin kurumsallaşması, kökleşmesi, seçim ve sandık dışında da kendini var edecek alanlar bulması beklenirken tam tersi bir süreç yaşandı.

Bugün gelinen nokta itibariyle mazlum halklara ilham veren bir Anadolu devriminden bahsetmek mümkün değil. Saray rejiminin Erdoğan üzerinden “Dünya liderliği” söyleminin sadece propagandadan öteye bir anlam taşımadığı ve Kapıkule’den öteye etkisinin olmadığı herkesin malumu.

Halkın ülkenin kaderiyle ilgili müdahalesi seçimle sınırlandırılmışken üstelik o seçimden oluşan Meclis’in hiçbir anlamı kalmamışken ilk yanıt verilmesi gereken soru ülke bu duruma nasıl geldi, nasıl getirildi olmalı. Ülkenin neyi kaybettiğinin, nasıl kaybettiğini ve daha da önemlisi tüm kurumlarıyla adeta itiraz dahi edilmeden nasıl teslim edildiğinin anlaşılmasından geçiyor.

Bu süreç içinde ortaya çıkan soruları sadece geçmişi değerlendirmek için değil önümüzdeki görevleri de doğru tespit etmek için anlamalıyız. Bu aynı zamanda gelecek için de yol gösterici olacaktır.

İSLAMCILIK DESTEKLENDİ

Türkiye’nin devlet yapısı için özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında içine sürüklendiği bağımlılık ilişkisine, ABD’nin Soğuk Savaş politikaları doğrultusunda sömürgeleştirilerek yeniden nasıl yapılandırıldığına bakmamız gerekiyor.

Türkiye’nin devlet yapısı süreç içinde Amerika’nın o dönemki komünizme karşı oluşturulan Yeşil Kuşak Projesi doğrultusunda şekillendirildi. Bu dönemin ana karakterini belirleyen yaklaşım bütün ilerici devrimci demokratik hareketler bir tehlike olarak görmek oldu. Bu yaklaşımın “doğal” bir sonucu olarak İslamcılık, gerici tarikatlar ve faşist hareketler desteklendi. Ordusundan istihbarat birimlerine kadar bütün devlet yapısı askerî darbelerle, bugünlerde adı suç örgütü olarak ifade edilmeye başlanan dünün paramiliter faşist yapılarla desteklenen bir nitelik kazandı. Kuşkusuz ki sadece bunlarla dönüşüm sağlanmadı. Askeri darbeler devletin dönüşüm sürecini hızlandıran en önemli kırılma noktaları oldu. Her bir adımda İslamcıları iktidara taşıyacak taşlar tek tek döşendi.

Yazının ilerleyen bölümlerinde bir kez daha değineceğimiz AKP iktidarı tam da ABD’nin Ortadoğu planları kapsamında bir proje olarak gündeme getirildiğinin altını çizmek gerekiyor. Erdoğan’ın kendisini BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) eş başkanı olarak takdim etmekte beis görmediği süreçlerden geçerek bir İslamcı faşist rejime dönüştüğünü, Devletin “Kemalist” yapılarının, partilerinin ideolojik örüntüleri nedeniyle adeta barış içinde bir karşı devrim yaşandığını söylememiz gerekiyor. Eski Cumhuriyet’in, İslamcı baskıcı bir rejime dönüştürülme sürecini atlamadan bugünü anlamak mümkün olmayacaktır.

20 YILDA SON DARBE

AKP rejiminin 1950’li yıllardan bu yana uzanan yolculuğunun ürünü olduğu gerçeği bugün itibariyle çıplak gözle görünür hale geldi. Bununla birlikte Meclis’in açılışının 104’üncü yılında son 20 yılına özel bir başlık açmak gerekiyor. AKP iktidarı vesayetinin yenilmesi halkın iktidara etkili bir şekilde katılımı olarak sunuldu. Batı alkışladı, ülkede sadece sağdan değil soldan da ciddi destek buldu. Özellikle kırılma anlarında AKP’ye verilen destek rejimin kendini tahkim etmesinde çok önemli işlev gördü.

Rejimin bugüne evrilmesinde 2010 referandumunun önemi çok fazla. Büyük bir yalan etrafında başlatılan kampanya solu bile ikiye bölündü. Bazılarının “yetmez ama evet” diyerek destekledikleri bu değişiklik AKP’nin “FETÖ”cülerle birlikte İslamcı faşizme yönelişteki en önemli kırılma noktalardan biriydi. Diğer bir kırılma noktası 16 Nisan referandumu olduysa da en az onun kadar önemli olan diğer bir sandıkta halkın önüne 14 Mayıs 2023 tarihinde konuldu. 14 Mayıs’ta Cumhurbaşkanlığı seçimi adeta bir referandum niteliğinde geçti ve yine muhalefetin büyük hataları sonucu kaybedildi.

Türkiye bugün demokrasi, insan hakları, medya özgürlüğü, ekonomik sosyal gelişmişlik gibi tüm temel başlıklarda dünya sıralamasının en altındaysa 70-80 yıldır ilerletilen sürecin sonucudur.

Kuşkusuz bu sürece karşı anlamlı karşı koyuşlar gerçekleşti. Ama hepsi bir anlamda bastırıldı. Örgütlü ve kalıcı kazanımlara dönüşmedi. Ama her direniş ve karşı koyuş geleceğe dair umudu büyüttü. Egemenliği Saray’ın kapısından içeri alıp orada tutmaya çalışan anlayışa karşı verilen mücadele yaklaşık 2 ay önce gerçekleşen yerel seçim sonuçlarına da doğrudan etki yaptı. Herkes vazgeçse de 104 yıl önce egemenlik bizde olacak diyen halk vazgeçmedi.

YENİDEN KAZANMAK İÇİN

Bu önemli direnişin gerçek bir halk egemenliği ile taçlandırma zamanı geldi de geçiyor. Kuşkusuz bu sadece AKP rejimine Saray uygulamalarına itirazla mümkün değil.

BirGün gazetesi yazarı Oğuzhan Müftüoğlu’nun geçen yıl 23 Nisan’da yayımlanan yazısında cumhurbaşkanlığı seçiminin öncesinde tozun dumanın altında görünmeyene işaret ederek şöyle demişti: “Bu yüzden bugün ülkemizin ihtiyacı olan şey yalnızca AKP iktidarının, tek adam rejiminin ortadan kaldırılmasından ve yerine güçlendirilmiş bir parlamenter sistemin getirilmesinden ibaret bir şey değil. Böyle bir İslamcı faşist rejime geçişe de zemin oluşturan devletin bütün ideolojik politik anti-demokratik baskı aygıtlarından, emperyalist boyunduruklardan arındırılarak, gerçekten demokratikleştirecek bir devrimci dönüşüm sürecidir. Böyle bir devrimci dönüşüm de, ancak ve ancak bütün emekçilerin, işçilerin, gençlerin, kadınların, bütün ezilen halkların birleşerek, örgütlenerek, kendi haklarına ve geleceklerine sahip çıkarak verecekleri bir mücadele ile kazanılabilecektir."

Bugün önümüzde duran görev sadece başlanıp bitirilemeyen, ezilen, yoldan çıkarılan bir sürecin son kalıntılarını korumak değil aynı zamanda yeni bir yolu açmaktır. Halk egemenliğinin yaşamın her alanda filiz vereceği, kalıcılaşacağı bir mücadele sürecinin örgütlenmesi gerekiyor. Başlanılan iş 104 yıl gecikmeli de olsa bitirilmelidir.

Geçmişe ve geleceğe olan borç ödenmelidir.