Hasret vardır, taraf tutuyor

CAN BİNALİ AYDIN / canbinaliay@gmail.com

Ahşap süsü verilmiş plastik doğramalı meyhaneleri sevmemekte ısrarım beni ellinci yılına dayanmış Meyhane Leyla’ya götürmüştü. Yeniye dair bir hoşnutsuzluğum yoktu ama, makyajla eskitilmiş şeyleri sevmiyordum. Çünkü eskimek ilk uğraşıydı insanın, zaman alırdı. Üçüncü kuşağa devrolmaya hazırlanan meyhane, bir çok müşterisinden eskiydi. Belki de ilk müdavimiydi kendinin. İçeri girmemle sanki bir sinema filmi başlamış, ben de hevesle rolümü oynayacağım masadaki yerimi almıştım. Kilitli demir kafeste otuz yedi ekran tüplü televizyon hala çalınmaya değer duruyordu. Çiziklerden buğu tutmuş gibi görünen rakı bardakları, aşınmaktan ortasında gölge güller oluşmuş servis tabaklarıyla davetkar meyhane, beni içine almıştı. Kasanın arkasındaki duvarda yan yana iki çerçeve asılı, ikisinin de üzeri bezle örtülüydü. Meyhanenin sahibi Cavit Abi’ye çerçeveleri neden örttüğünü sorduğumda: ‘’Biri babam, biri dedem. İndirmeye kıyamıyorum, görünce de dayanamıyorum,’’ cevabını almıştım. İstanbul’un eski insanları bir çağrıya kulak vermiş gibi burada toplanmıştı, üstelik ilk halleriyle. Koyu kahvenin üzerine geçen haki çizgili ceketler, baklava desenli hırkaları kapatmıştı. Tokuşan kadehlerden çıkan ince sesler, tok seslerin yumuşak uğultusunu dikizlerken, meyhane sanki bir kişiydi de hep bir ağızdan konuşuyordu.

Zamanla tanıdım birçoğunu. Asım Abi meyhanenin masaya ilk kurulanıydı. Pazartesi günleri hariç her akşam saat altıda gelir, TRT 3 çizgi film kuşağında Pembe Panter’in tekrarını izlerdi. Canını verir kumandayı vermezdi. Oya Abla altmış beş yaşında devlet bankasından emekli kumar hastasıydı. İki evden aldığı kirayı ve emekli maaşını üç günde masada bırakır, neşesinden bir şey kaybetmezdi. Beyaz peyniri zeytinyağlı, maydanozu limonlu severdi. Yeni bir mutfakçı gelipte ikisini karıştırsa... Allah! Bayram arifelerinde, yılbaşlarında şişleri, ipleriyle gelir; torunlarına kazaklar, süveterler örerdi. İhsan Amca dükkanın en köşesinde, meze dolabının hemen yanındaki iki sandalyeli masada otururdu. Yakası ilikli temiz gömlekleri ve günaşırı tıraşıyla meyhanenin demirbaşlarından biriydi. Kanlı bıçaklı olanları çiçek gibi demetler, birbirine emanet edip eve gönderirdirdi. Sözünü yemez, lafını esirgemezdi. Sendika gibi adamdı. Saatin ilerleyip, sohbetin koyulaştığı anlarda İhsan Amca kadehini masaya vurur, ceketini ilikleyerek ayağa kalkardı. Bir uçtan bir uca tüm meyhaneyi dublesiyle selamlar, şahit olanları hayrete düşüren kimi sözler söylerdi. Neler duymamıştım ki: ‘’Kuru ahşabız, ağırlıkla sınarlar,’’ ‘’Dört mevsimin en olgunu yine de sonbahardır,’’

Yıllar geçtikçe bu ritüel kemikleşmiş, meyhane çoğu geceler bu an için gelen onca misifiri ağırlamıştı.

İhsan Amca gecede bir kez kadeh kaldırırdı, yüzünü ona dönmek gelenekti, başkası ayıp olurdu. Çoğu gece şişenin sonunu getiremez, kafası meze dolabına devrilir, sızıverirdi. Garsonlar sandalyeleri, masalara ters çevirip paspas atttıktan sonra nazikçe uyandırır, eve uğurlardı. Böyle günlerden birinde meyhaneci Cavit Abi, İhsan Amca’yı uyanması için nazikçe sarsmış, İhsan Amca ulu bir dağ gibi yere, yanağının üzerine devrilmişti. Yetmiş üç yıllık ömür, son otuz yılını geçirdiği masada son bulmuştu.

Cavit Abi ahaliden birkaç büyüğü aramış, sonrasında herkes birbirini haberdar etmişti. Önce hastane morgunda toplanan kalabalık, yönünü meyhaneye çevirmişti. Vasiyeti vardı İhsan Amca’nın, öldüğü gece rakı içeleçekti. Apar topar evlerinden çıkan mahallelinin getirdiği yas meyhanede birikmiş, kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. İp gibi dizilen bitişik bardaklar, şişeler hiç kalkmadan baştan başa doldurulurken;

Cavit Abi gözyaşını gömleğine siliyor, bir yandan da kucağında cacık çırpıyordu. Her şey aslına uygun,

her şey her zamanki gibi olmalıydı. Çok eksilmişlerdi ama bitmemişledi. Dubleler üçünçü kez yenilenirken,

bir boşluk kapladı içeriyi. Elemi ince işlenmiş, oyalı bir boşluk. İhsan Amca kimseye ağır gelmesin diye yokluğunu azar azar bölüştürmüştü. Herkes bir araya gelince özlem son bulmamış, aksine tamamlanmıştı.

Kimseleri konuşturmadan, dalgın masalara baktıran üzüntü sis gibi çökmüşken içeri, merak da kurt gibi kemiriyordu ahaliyi. Gelenek devam edecek miydi? İhsan Amca’dan sonra kimde sürecekti sesi? Buz kesen meyhanede ne kimse eve gidebiliyor, ne de bir şey diyebiliyordu. ‘’Çat!’’ diye bir ses dağıttı dalgınlığı.

Oya Abla, aynalı kolonun altında kadehini masaya vurmuş, bir uçtan ötekine selamlayarak talip olmuştu mirasa:

‘’Hasret vardır, taraf tutuyor!’’