Ürkütücü çalışma şartları, ülkenin ekonomik vaziyeti ve içinde bulunduğumuz her türlü toplumsal sıkışmışlık bir stres faktörü olarak etkisi azımsanamayacak boyutta.

Hastalığın söylediği; aksamak hakkı
Fotoğraf: Unsplash

Büşra Küçük - Psikoterapist

Acıyı uzaklaştırmak ve olabildiğince görmezden gelmek üzerine kurulu modern dünya sisteminde kendi acımızdan kaçarken kendimizle karşılaşmamak yani ayağımızın kendimize takılmaması için tüm olanaklar önümüze seriliyor. Suni iyilik halini artıran ve kafamızı bunlara takmamayı sağlayan antidepresanlar ya da sosyal medya araçları oldukça kuvvetli. Mesele sadece mutluluğun pompalanması da değil; iyilik halinin, sağlıklılığın, düzen içerisinde sorunsuz bir şekilde var olmanın, “ortalama” olmanın talep edilmesi. Acıya, depresif duygu durumuna ya da bizden farklı alışkanlıkları olan insanlara bile tahammülümüz pek düşük. Bu insanların neden böyle olduğundan ziyade yarattıkları aksaklıkla ilgileniyoruz. Normal hayat akışına açılan en küçük oyuk farklı olana bakışımızı sivriltiyor.

Uyum sağlayamayanı yok eden bir çarkın içinde bu normal hayat akışı ne kadar normal diye düşünüyorum. Ya da kime göre normal? Birilerinin normalliğini elinden alanlara göre mi mesela? Normallikten uzaklaşanları ne yapacağız? Eleştirmek, yadırgamak, dışlamak dışında ne yapacağız? Bana kalırsa en önce kendimize bir bakalım, kendi acımıza bir dokunalım bakalım gerçekten biz ne kadar “normal”iz? Dayatılan normalliği içimize kolayca alırken hiç zorlanmamamız mı normal? Sağlıklı olmayı acıdan kaçınmak zannedişimiz mi normal? Kendi semptomlarımızı görmezden gelirken gözümüzü ötekinin semptomuna dikişimiz mi normal? Nedir yahu bu normal?

Yaklaşık 10 yılı aşkın bir süredir kronik bir hastalık dolayısıyla dönem dönem zor günler yaşıyorum. Hastalığım nüksettiğinde o günüm felç oluyor, gündelik işleyiş tamamen değişiyor ya da duruyor. Hal böyle olunca kendimi sürekli insanlara açıklama yaparken buluyorum. Neden böyle olduğumla ilgili bir anlatma çabası içinde olmak benim rutinlerimden biri haline geldi. Atak dönemlerinde acıdan kıvrandırsa da öldürmeyen bir hastalık oluşu insanların konuyu anlamasını sanıyorum zorlaştırıyor. Birtakım ısrarlara ya da yadırgayan bakışlara düzenli olarak maruz kalıyorsunuz. Hatta bunca yıllık deneyimimden rahatlıkla söyleyebilirim ki insanların anlamak için giriştikleri sorgulamalar indirgeyici etiketlere hızlıca varabiliyor. Bunlar artık beni şaşırtmasa da elbette bazen canımı sıkıyor. Toplumumuzda acıya ilaç olmayla acıyı kanırtma birbirine sıklıkla karışıyor. Acıyla, hastalıkla olan ilişkimiz nasılsa hasta birine olan yaklaşımımız da öyle.

Kendi hastalığım bir yana, başkalarının hastalıklarını ve acısını da anlayabilmem açısından son dönemde karşılaştığım iki kitap beni hayatımı değiştirecek ölçüde etkiledi desem çok da abartmış olmam herhalde. Bunlardan biri İletişim Yayınları’ndan çıkan Gabor Maté’nin Vücudunuz Hayır Diyorsa – Duygusal Stresin Bedelleri, diğeri de Metis Yayınları’ndan Byung-Chul Han imzalı Palyatif Toplum – Günümüzde Acı kitapları. Zihnimde ardı arkası kesilmeyen sağlık, normallik, adaptasyon temalarını daha derinlemesine düşünmeme yol açmasıyla bir eşikten atlamama yardımcı oldular.

Sağlıklı olmanın acılarından arınmış, hayatını işlevsel biçimde sürdürebilen modern insana indirgenmesi esasında yeni bir şey değil. Ancak “acısız hayat” dayatmasının zamanımızda ayyuka çıktığını görmezden gelemeyiz. Normal olan artık “steril” olana işaret ediyor. Sağlıklı olan eşittir aksamayan mottosu rağbet görüyor. Halbuki tam tersine sağlıklı olan aksar. Aksamaya hakkı vardır. Düzenin zaten en çok elimizden aldığı hakların başında gelmiyor mu aksamak hakkı. Ben bu hakkın ateşli savunucusu olmaya talibim.

Palyatif Toplum kitabında Byung-Chul Han “Her tür acıyı yadsıyan bir hayat, şeyleşmiş bir hayattır” diyor ve devam ediyor: “Hayatta kalma histerisinin hâkim olduğu toplum bir ölememişler toplumudur. Ölemeyecek kadar canlı ve yaşayamayacak kadar ölüyüz.” Performans öznelerine dönüşürken kaçırdığımız şey, normal olmak uğruna ödediğimiz bedel, sanıyorum kişisel hakikatimizin ta kendisi. Aksadığımızın inkârı. Acının içinde ne olup bittiğine bakmaya değil “iyi olma”ya nasıl sürüklendiğimizi ise şu paragraftan açık seçik anlayabiliriz:

Palyatif toplum acıyı tıbbileştirerek ve özelleştirerek siyasetten arındırır. Böylelikle acının toplumsal boyutu baskılanır ve bastırılır. Yorgunluk toplumunun patolojik dışavurumları olarak yorumlanabilecek kronik ağrılar hiçbir protestoya yol açmaz. Neoliberal performans toplumundaki yorgunluk bir ben-yorgunluğu olduğu ölçüde apolitiktir. Bitap düşmüş narsisist performans öznesinde görülen bir semptomdur. İnsanları biz olarak bir araya getirmek yerine tekilleştirir. Bir topluluğun oluşmasına yol açan biz-yorgunluğundan farkıdır. Devrime karşı en iyi tedbirdir ben-yorgunluğu.

Acıya tahammülü olmayan dünya düzeninde kişinin hastalığıyla kurduğu ilişki de pek tabii acımasız bir yerden olabiliyor. “Hastalıktan ceza olarak bahsetmek kilit bir meseleye işaret ediyor” diyor Gabor Maté; “kronik hastalıklara yakalanan insanlar pek çok kez bu talihsizliklerini her nasılsa hak etmiş olmakla suçlanır veya kendilerini bu şekilde suçlayabilirler.” Ve devam ediyor; “Çocuklukta psikolojik sınırların bulanıklaşması, yetişkinlikte yaşanacak fizyolojik stresin önemli bir kaynağını oluşturmaktadır. Muğlak kişisel sınırlara sahip insanlar sürekli stres yaşadığı, zira başkaları tarafından haklarına tecavüzde bulunulması bu insanların gündelik deneyimlerinin daimi bir parçasını oluşturduğu içindir ki, vücudun hormon ve bağışıklık sistemleri üzerinde süregiden nitelikte olumsuz etkiler ortaya çıkmaktadır.” Maté’nin kitapta sıklıkla tekrar ettiği şey; aşırı stresin organizmanın karşılayamayacağı yani kapasitesini aşan sürekli taleplerle meydana geldiği ve bunun çoğunlukla çocukluktaki ebeveyn tutumlarıyla başladığı; çocuklukta öğrenilen duyguları bastırmanın yetişkinlikte kronik hastalıklar olarak ortaya çıkabildiği. Bu hastalıklar kanser, ülseratif kolit, astım, MS, ALS, migren, alerjiler ve daha başkaları gibi pek geniş bir yelpazeyi kapsıyor.

Aynı kitapta yapılan araştırmalarda kronik ya da ölümcül bir hastalığa sahip olan insanların hastalığı algılayış biçiminin “içerdeki bir düşman” olduğundan bahsediliyor. Bir an evvel kurtulunması gereken, bedeni yok etmeye çalışan bu düşman neden bizim içimizde? Kendi kronik hastalığımla ilgili de düşünürken sık sık kendimi buralarda buluyorum; neden benim içimde ve neden kontrol edilemiyor? Yapmam gereken bunca işin içinde neden beni durduruyor? Acıyı ilaçlarla biraz olsun hafifletip düşünmeye başladığımda yine ve yeniden geçmişime, çocukluğuma, yaşamı algılayış biçimime ve bugün hayatla ve diğerleriyle ilişkimde ne yaptığıma bakmam gerekiyor. Acımı anlamak için önce onunla “dövüşmeyi” bir kenara bırakmam gerektiğini de yavaş yavaş idrak ediyorum. Yıllar sonra onun düşman değil de bana bir şey anlatmaya çalışan bir parçam olduğunu anlamaya başlıyorum belki de. Ondan kurtulma girişimlerimin yine onu dışsallaştıran, bir nevi yok etmeye çalışan tarafım olduğunu yani yine bastırmaya, yok saymaya dönük olduğunu, halbuki zaten yok saydıklarım tarafından var edildiğini hatırlıyorum. Isabel Usobiaga’nın Psikanaliz Buluşmaları 3 – Psikosomatik başlıklı kitabındaki yazısında dile getirdiği gibi “Beden ruhsallık olmadan, ruhsallık beden olmadan anlaşılamaz.” Bedensel acının ya da beden yoluyla dile gelmiş ruhsal acının söylediği şeyi savuşturmak acıyı savuşturmaya, acının içindeki hakikati savuşturmaya yetmiyor. Bu hakikat kimi zaman çocuklukta yaşanan şiddet, kimi zaman duygusal olarak var olmayan bir ebeveyn veya erken yaşta yaşanan kayıp, duyulmamış bir çocuk olmak olabiliyor. Ve buradan hareketle oluşturduğumuz kişilik örüntüsünde acıyla ilişkimize de bağlı olarak savunma yöntemleri üretiyoruz. Bunlar bazen de hastalıklar yoluyla oluyor.

Ürkütücü çalışma şartları, ülkenin ekonomik vaziyeti ve içinde bulunduğumuz her türlü toplumsal sıkışmışlık bir stres faktörü olarak etkisi azımsanamayacak boyutta. Tüm bunların bize en büyük zararlarının başında da hepsiyle yalnız başımıza baş etmeye çalışmamız geliyor. Hem kendimize hem ötekine destek vermekte zorlanıyoruz. Buna ilaveten bir de kronik stresle büyüyen bir çocuksak işler iyice zorlaşıyor.

Acıdan arındırılan, acıya izin vermeyen ılımanlaştırılmış “palyatif” hayat; yakınlığı ve üretmeyi de içinde eritiyor. Yakınlık ve üretmek olmayınca anlam kayboluyor. Bundan daha büyük bir bedel olabilir mi? Acısız ve anlamsız bir hayat yaşanmış bir hayat mıdır? Maté’nin söylediği gibi; “Reçeteler bir şeylerin tamir edilmesi gerektiğini varsayar; dönüşümler ise zaten varolan şifayı –bütünlüğe, tamlığa erme– ortaya çıkarır.” Bir süredir acı için bir reçete vermek ya da aramak yerine ona yönelmek, ses vermek, onu anlamaya çalışmak eğilimindeyim. Zaten o bana ne yapmam gerektiğini söylüyor. Duymazlıktan gelmekte ısrarcı olursam berrak bir zihinle bir kez daha bak diyor, dön dolaş bir kez daha bak. İnanmıyorsan yine bak; kendini gör, hakikatini gör. Ancak hakiki bir hayat canlı bir hayattır. Ve canlılık içinde acıyı da barındırır.

KAYNAKLAR

Byung-Chul Han, Palyatif Toplum – Günümüzde Acı, Metis Yayınları, 2022, İstanbul.

Gabor Maté, Vücudunuz Hayır Diyorsa – Duygusal Stresin Bedelleri, İletişim Yayınları, 2022, İstanbul.

Psikanaliz Buluşmaları 3 – Psikosomatik, Bağlam Yayınları, 2019, İstanbul