Susan Sontag: Hastalık, hayatın gece karanlığıdır; daha sıkıntılı süren yurttaşlıktır. Doğup hayata gelen herkes, biri sağlıklılar, diğeri hastalar ülkesinde olmak üzere çifte vatandaşlığa sahiptir bu yeryüzünde

Hastalık ve metaforları

MELİKE UZUN

Hastalanmadan ölmek, bol motorlu, taşıtlı, inşaatlı 21. yüzyıl hayatında kazaya kurban gitmek dışında, hastalanmadan, hastaneye düşmeden ölmek, pek rastlanır bir durum değil. Ancak roman kahramanları geliyor aklıma, Kolera Günlerinde Aşk’ın Doktor Urbino’su, Madam Bovary’nin Charles’ı öylece ölüverirler sessiz sedasız. Oysaki artık roman kahramanlarına kolayca, gürültüsüz patırsız bir son yazmak imkânsız.

Kayıt altına alma zorunluluğu tüm ölümlülerin son uğrağını hastane haline getiriyor. Bugünlerin yoran, tedirgin eden, korkutan atmosferi bunları, hastalığı düşünmeden yaşamayı da olanaksız kılıyor. Oysaki olan biten Susan Sontag’ın söylediği kadar açık ve yalın da olabilir: “Hastalık, hayatın gece karanlığıdır; daha sıkıntılı süren yurttaşlıktır. Doğup hayata gelen herkes, biri sağlıklılar, diğeri hastalar ülkesinde olmak üzere çifte vatandaşlığa sahiptir bu yeryüzünde.”

TOPLUMUN YARATTIĞI SEMBOLLER

İnsanoğlunun hastalanmasıyla ilgili anlatılar Gılgamış’a dayanır. Enkidu arkadaşı için tanrıçaya karşı gelip gökyüzü boğalarını öldürünce rüyasında ölümcül bir hastalığa yakalandığını görür ve kehaneti gerçek olur. O zamandan bu yana, her hastalık her felaket Tanrı’nın insana cezası olarak görülüp yorumlanmış ve hastalık sadece kendi başına bir beden güçsüzlüğü, yaralı bir beden hali olarak kalmak yerine çevresindeki metaforlarla var olmuş.


9 yaşımdayken bronşit nedeniyle bir hafta hastanede kalınca elbette bunun, benim suçum olduğunu düşünmemiştim, ama sonradan sonraya akciğer hastalıklarının üzüntüden olduğu efsanelerini duyunca ister istemez, hassas bünyemle iflah olmaz melankolimi bağdaştırmadan edememiştim. Babam iyileşmez hastalığa yakalandığında uzunca bir süre kafamda dönüp dolaşan o soruyu sorup sarsıcı cevabını verdiğinde hastalıkların hep toplumun yarattığı metaforlarla geldiğini bilmiyordum. Ama işte yaygınlaşan her hastalık, toplumsal yaşamın içinde, tanıyı koyanların bilimsel verilerinin dışında, hasta, hasta yakını, hastalanmaktan korkanlar için bambaşka anlamlara da geliyordu. Susan Sontag Metafor Olarak Hastalık’ta bu anlamların, verem, kanser, frengi, AIDS ve vebanın kendileri dışında, fiziksel tanılarının çok ötesinde, bir sembol olarak hastalığın toplumun ortak belleğine yerleşen anlamlarının izini sürüyor, metaforların tarihsel olarak nasıl değişip dönüştüğünü açıklıyor.

Hastalığın bir sembol olduğu fikri hem hekimler hem de yazarlar tarafından değişik ifadelerle dile getirilmiş, ama bunlardan en açığı Kafka’nın verem olduğunu öğrenmesinden sonra günlüğünde ve mektuplarında söyledikleri: “ … akciğerlerinizdeki enfeksiyon bir sembolden ibarettir… iltihaplanışına F adı verilen bir yaranın sembolü.”

Kanser ve tüberküloz metaforlarının ikisi de tükeniş anlamı etrafında dolaşıp birleşse de ikisi arasında çok önemli farklar da vardır. Tüberküloz çevresinde uhrevi bir hale örülmekteyken kanser, Tanrı’nın yapılan kötülükler, günahlar karşısında gönderdiği bir ceza olarak algılanmıştır. “Tüberkülozlu hasta bir kanun kaçağı ya da topluma uyum göstermeyi becerememiş biri olabilirdi; kanserli kişilik ise daha basitçe -ve burun kıvırmayla- hayatta kaybedenler kampına ait biri sayılmaktadır.” Kanser teşhisi konan ünlülerin -yazar, siyaset ya da bilim insanı- çevresindekiler bu teşhisin kökeninde ya hırsları ya da bastırılmış içgüdülerinin olduğunu söylerler. Wilhelm Reich, Freud’un kanser olmasını şöyle açıklar: “Çok sakin, sessiz, oturaklı bir aile hayatı sürüyordu, ancak onun cinsel bakımdan neredeyse hiç tatmin olmadığından da pek şüphe edilemez. Zaten onun hem hayattan elini eteğini çekmesi hem de kansere yakalanması bu durumun açık kanıtlarıydı.” Oysaki, Keats, Poe, Çehov, Simone Weill gibi sanatçıların hastalığı tüberküloz ise bir tür göksellik işareti olarak okunmuştur. Vereme yakıştırılan romantik melankoli kanserde yerini depresyona bırakır. Bir olgunun kötülüğünü güçlendirmek için de 'kanser' sözcüğü hep eğretileme olmuştur, bu o kadar yaygındır ki, hastalık çoğunlukla gizlenmesi gereken bir musibet, insanın bedeninin kendisine ihaneti gibi yaşanmıştır.

Bunlar içinde AIDS belki de kendisi dışında neredeyse bütün olumsuz kavramları çağıran, fiziksel bir bağışıklık sorunu değil de toplumla olan feci bir doku uyuşmazlığına işaret eden, bu kavram ve işaretlerin bağışıklık sistemindeki çökmeden çok daha önemsendiği bir hastalık olarak ortaya çıkıyor. AIDS çevresinde dönen bu çağrışımlar hâlâ güncel. Bu hastalığın yarattığı korkular, tüberkülozun yeni tanılandığı dönemlerden farklı olmasa da diğerlerinden farklı ve yeni (?) bir hastalık olma özelliği, cinsel yolla bulaşıyor olması çevresinde mitlerin oluşmasına neden oluyor. Doğal bir fenomen olmaktan çok ahlaki anlam taşıyan bir olay olarak ele alınıyor. Bu anlamda Sontag’ın kitabını yayımladığı tarih olan 1991’den otuz yıl sonra hâlâ HIV+’in diğer viral pozitiflerden daha fazlası olmadığını anlatmak için sivil toplum örgütleri çalışıyor.

Sontag’ın sonsöz niteliğindeki açıklamalarıyla bitirelim yazıyı: “Ancak metaforlar sırf biz onlardan uzak duruyoruz diye tesirsiz hale gelmezler. Bu yüzden metaforların bilhassa teşhir edilmesi, içyüzünün ortaya konması, eleştirilmesi, hatta yerden yere vurulup varlığının silinmesi gerekmektedir. … Biz -tıp, toplum- önümüze çıkan her sorunla her vasıtayla savaşmaya yetkili değiliz. Onun için bu metafor, yani askeri metafor hakkında, son bir söz olarak, Lucretius’u aktarmak isterim: Askeri imgeleri savaşları çıkaranlara geri postalayın.”