Hastir çekilmişim kendi özyurdumda

ONUR BEHRAMOĞLU- @onurbehramoglu

“Duvarlar kuşlarla dolu, / Bilsen öyle yorgunum ki / Yalnız alnımı örtüyor uyku” demişti Cemal Süreya. Kime dokunsam yorgun, kimle konuşsam takatsiz. Gün boyu telefon ya da bilgisayar tuşlarında gezinen elleri tutacak, akıp giden görüntülerle sürüklenir gibi bakan gözleri usulca kapatacak, gövdeleri sımsıcak sarıp yaraları iyileştirecek uykunun gizemli imparatorluğundan içeri buyur edilmeyişlerin sebebi, bağırlarda kanayıp duran suçluluk, çaresizlik, kapana kısılmışlık duygusu. Binbir inatçı soruyla cebelleşilen gecelerde, dua gibi, yakarış gibi, af diler gibi fısıldayan iç sesi, herkesin: Şimdi, şu anda insanlar -çocuklar bile!- öldürülüyor ve ben artık hiçbir şey hissetmiyorum…

Marx haklı: Madde, girdiği yere ruhuyla girer ve insan nasıl yaşarsa öyle düşünür. Elinden bırakamadığı telefonundan, önünde neredeyse secdeye geldiği bilgisayarından sosyal medyaya derdini döküp rahatladıktan sonra hiçbir örgütlü mücadeleye omuz vermeyenler, ne Ankara katliamının faillerini sorabilir, ne Suruç’un katillerini. Armutlu, Cizre kadar uzak olduğundan, polis aslında hepimizin gözünün içine baka baka vurur gencecik Dilek Doğan’ı; Tuzla’da, Soma’da ve dünyanın her yerinde yoksullar, emekçiler, sahipsizler ölür. Sen bile… Sen ki, kalbi çırpınışlardan ibaret bir merhamet anıtı gibisindir, artık hiçbir şey hissetmez olursun. İnsan işte böyle ölür yirmi birinci asırda.

“Hastir lan!” diye haykıran Enver Gökçe ile kalkıp kalkışacağız o halde, dem bu demdir; önce kendimize çekeceğiz “hastir”i, silkinip ayaklanacağız. Kımıltı ile kıpırtı arasında iki harf-bir uçurum var, ilkinin hımbıllığını def edip ikincinin devinimini kuşanarak uçurum duygusunu soluduğumuz zamanları hatırlayacağız, aşkın hayatı şahlandırdığı doludizgin zamanlarımızı.

Çünkü Taybet İnan’ın ölü gövdesini kimseler kaldıramıyor vurulup düştüğü yrden, altı gündür orada öylece yatıyor on bir çocuk annesi bir kadın, Silopi’de. Çünkü Enver Gökçe “Lan kardaş / Bu nasıl yara / Kanar her yerimden. / Döğülmüşüm / Söğülmüşüm / Koğulmuş. / Siktir çekilmişim yani / Kendi öz yurdumda. / Bir meri keklik gibi / Çeker giderim” derken tam da bugünleri, tam da bunları anlatıyordu. Kendi öz yurdunda yıllardır aşağılanıp horlanan bir halkın meri keklik gibi evini ocağını bırakıp gidişini, kalanların kendi öz yurtlarının silahlı kuvvetlerince meri keklik gibi vurulup düşüşünü izliyor, izliyor ve sadece izliyoruz, “Hastir lan!”

Recep oğlu Osman Nevres -hani Hasan Tahsin diye bildiğimiz- Yunan askeri İzmir’e ayak bastığında ilk kurşunu sıkmıştı da üç gün yerde kalmıştı delik deşik edilen gövdesi. Üç gün boyunca kimseler alamamış, alıp bağrına basamamıştı kahramanını. Üç koca gün boyunca yerde kalmış Recep oğlu Osman Nevres’in gömleğinin kumaşı dağ başlarında yakılmış büyük ateşlerden biçilmişti. Aynı ateşten gömleği giyenler Seyit Onbaşı, Halime Çavuş, Yörük Ali olup “Ya istiklal ya ölüm” dedi, ‘Küçük Ağa’ olup romana dönüştü, Nâzım’a zindanlarda güç verip destan oldu yazıldı. Yerde kalakalmış on bir çocuk annesi bir kadının ateşten gömleğidir şimdi bu topraklarda harlanan…

Ve biz bu yurdun kopmaz köklerle bağlı kardeşleriysek, topraklarımıza boylu boyunca uzanmış bütün masumların, onurunu koruma duygusuyla ayaklanmış isyancıların yanında saf tutacağız. Taşlaşmışlığımıza, kibirli donup kalmışlığımıza, çarnaçar teslim olmuşluğumuza efelenme cüreti gösterebilirsek silkeleyeceğiz devleti. “Kurdun dişine kan değdi” yazdıkları duvarların önünde maskelerini çıkarıp Enver Gökçe çevirisi Pablo Neruda’dan okuyacağız, boğucu karanlıkta terör estiren eli kanlıların suratlarına: “Çakmaktaşı damarına kan değdi / Taş büyüdü, bir damla kanın yerinde / Lotaro böyle doğdu, topraktan.” Lotaro, istilacılara karşı savaşan yerli kahraman, kurdun dişine kan değince sevinenlerin korkulu rüyası olacak.
Sonra korkusuzca soracağız: “Çocuk kanları, caddelerden / Akarken tıpış tıpış / Çocuksu çocuksu”, yanınıza kalır, hesabı sorulmaz, hakkımız alınmaz mı sanıyorsunuz, kurdun dişine değen kanla kuduranlar? Çocuklar meri keklik gibi vurulup düşerken katıla katıla ağlamıyorsak, sebebini merak etmiyor musunuz?

“Dursun yas esvaplarınız. / Yığın derleyin, gözyaşlarınızı / Bir metal oluncaya kadar: / Bununla vuracağız / Gündüz-gece / Bununla çiğneyeceğiz / Gündüz-gece / Bununla tüküreceğiz / Gündüz-gece / Kin kapılarını, / Kırıncaya kadar.”
Annelerinin konuştuğu dilde konuşmayı istedikleri için boğazlarına barış güvercinleri tıkılmış insanlara “Türk isen övün, değil isen itaat et!” buyuranlar, kendi öz yurdunda dövülmüş, kovulmuş, siktir çekilmiş halde yaşamayı zillet sayan insanların kıracakları kin kapılarının altında kalacaklar. Bu toprakların her bir insanına insanca yaşama koşulları sağladığımız gün, işte o gün, yas esvaplarımızı öpüp başımıza koyacak, sanki hiç yasımız yokmuşçasına renkli bayraklar dokuyup çekeceğiz göndere.
İşte o gün… katıla katıla ağlayacağız.