“Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor”un yönetmeni Apiçatpong Wirasetakul (okuduğum gibi yazdım, farklı alfabelerden dilimize geçirirken böyle olması gerekir)

“Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor”un yönetmeni Apiçatpong Wirasetakul (okuduğum gibi yazdım, farklı alfabelerden dilimize geçirirken böyle olması gerekir) Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’i kazanınca şaşıranlar ve bu adam da nerden çıktı diyenler oldu. Oysa kısaca Joe diye de bilinen Wirasetakul uzun zamandır art-house sinema çevrelerinde heyecanla takip ediliyor, filmleri yere göğe konulamıyordu. Joe’nun bir önceki filmi “Belirtiler ve Bir Yüzyıl”ı izlemiştim daha önce. “Amcam…” seyrettiğim ikinci filmi oldu. Açık söylemek gerekirse, anlamadığı şeyi küçümseyen, cahil ve saygısız adam konumuna düşmemek için bu sinemaya nüfuz etmeye çalışıyorum. Bu sinema bunca başarı kazanmış olmasa, bu emeği vereceğim çok şüpheli. Bu işin itiraf kısmı. 

Filme gelirsek… “Amcam…” böbreklerinden rahatsız bir adamın ölmeden önce geçirdiği son günleri anlatıyor. Bunmi (Boonmee) amca Tayland’ın kuzeyindeki Nabua adlı bölgede yaşayan küçük bir çiftlik sahibi. Budizm inancına bağlı biri olarak yeniden ve yeniden doğduğunu düşünüyor, bazen bir manda bazen bir yayın balığı olarak. Ve film bize Bunmi’nin geçmiş hayatlarını da gösteriyor. Bunmi sıradan biri, “çoğunluk”tan yani. Devleti ona “git, Allahsız (ya da herhalde bu durumda Budasız) komünistleri öldür” dediğinde, gidip öldürmüş. Böbrek hastalığını kısmen bu günahlarına bağlayıp pişman olsa da, Bunmi böyle biri. Emrindeki Laoslu göçmen kaçak işçileri çok ucuza çalıştırdığını da anlıyoruz Bunmi’nin. Filmin diğer kahramanları da sıradan insanlar. Bunmi’ye son günlerinde yardım etmek için gelen baldızı Jen teyze yabancılar hakkında önyargılarla dolu biri. Yabancılar pis kokan, adamı öldürüp, parasını çalabilecek tipler Jen teyzeye göre. Bu sıradan amcalar ve teyzeler, aynı zamanda çoğumuzun amcaları ve teyzelerinden farklı değiller, onlar gibi sevilebilecek bir sürü yanları olan insanlar. Filmin kahramanlarına bakışı, bu anlamda son derece insancıl, son derece kucaklayıcı. Bizim amcalarımız, dayılarımız, halalarımız ve teyzelerimiz de çoğunlukla egemen ideolojinin, kültürün ve yaşam biçimin temsilcileri değil midirler?

Komünistlerden korkan ama Deniz Gezmiş  için de içten biçimde üzülen teyzelerimiz, amcalarımız gibi, askerliğini yaptığı dönemde komünistleri öldürmüş olan Bunmi de içten biçimde pişman yaptıklarından. Ve film asıl suçlunun “istediği kişiyi yok edebilecek devlet güçleri” olduğunu da işaret ediyor, üstü kapalı biçimde olsa da. Devletin sahibi kim sorusuna girmese de…

Ama anlattıklarımdan “Amcamın..”  politik bir film olduğunu söylediğim sanılmasın. Evet, politika var filmde. Ama bu filmi bir kategoriye sokmak zor. “Amcam…”, Bunmi’nin ölüme hazırlanması, geçmişi, kaybettiği sevdiklerini hatırlaması ve tabii ki bunu belirli bir kültürün mensubu olarak yaşaması üzerine bir film. Gündeliğin banalliğiyle, fantezinin olağanüstülüğü arasında kendine özgü ve çoğu zaman komik de olan bir denge tutturuyor film. Fakat kimi sahnelerin konsantrasyon bozucu derecede uzun oluşunun bence bir açıklaması veya özrü yok. Filmden derinden etkilendiğimi de söyleyemeyeceğim, insancıllığını sevmiş olsam da. Filmin ses ve müzik (daha çok “uğultu”) kullanışını da çok beğendim bu arada. Filmlerin ya da daha genelde sanat eserlerinin etkileyici olmaları için tamamen açık olmaları gerektiğini düşünmüyorum. Beni en çok etkileyen filmler arasında David Lynch’in çok kapalı kimi filmleri de vardır. Ama “Amcam..” benim için o kadar etkileyici bir film değil. Ya da bir gün tadına daha çok varacağım farklı dili olan bir sinema örneği. Eğer hala gösteriliyorsa, gidin ve kendi fikrinizi geliştirin derim. Wirasetakul’un da en çok istediği bu, yani kendi fikrimizi geliştirmemiz, zaten.

SOSYAL AĞ
Parayla saadet olmaz


Facebook birçoğumuzun hayatında önemli bir yer tutuyor. Kendimizi sevilen, ilgi duyulan biri gibi hissetmemiz için önemli bir mecra facebook. Peki ama facebook arkadaşları gerçek arkadaşlar mı? Eğer öyle olsa facebook’u icat eden adamın bir sürü gerçek arkadaşı olması gerekirdi. “Sosyal Ağ” bize durumun öyle olmadığını anlatıyor.

Harvard’dayız. En elit öğrencilerin okuduğu bu okulda keskin bir sınıf ve ırk ayrımı var. Okulun herkesin üyesi olamadığı, üye olanların da aşağılayıcı faşizan ritüellerden geçtiği kulüpleri mevcut (faşizm, Batı kültürünün bu mabetlerinde dolu dizgin sürüyor). Mark Zuckerberg belki o kulüplerdeki herkesten daha zeki ama yine de o kulüplere ancak hayallerinde üye olabiliyor. Haset ve kıskançlık dolu biri Mark. Öfkesinin haklı bir yanı var. Bu iğrenç sınıf ayrımından nefret ediyor ama Mark sınıf farkını yok etmek değil, en üsttekilerin arasında yer almak istiyor.  Mark’ın kendi değer yargıları oluşmamış tam olarak. Ve sosyal olarak az gelişmiş bu genç adam elbette kendisine saygısı olan bir genç kadını mutlu edemiyor. Erica’nın Mark’tan ayrılışına giden ve yüz metre temposunda ko(nu)şulan bir diyalogla başlıyor film. Erica’nın sert şutuyla ilişkiden kapı dışarı edilen Mark intikamını bilgisayar başında almaya çalışıyor. Önce doğrudan Erica’yı aşağılıyor, ardından bütün kadın kısmını. Ama bunu yaparken internetin potansiyellerini keşfediyor. Başkaları da Mark’ın potansiyellerini… Okulun Aryan ırk mensubu, sporcu ve aristokrat iki genci Yahudi Mark’tan Harvard öğrencilerine özgü bir site kurmasını talep ediyorlar, inceden inceye Mark’ı aşağılamayı sürdürerek. Site doğal olarak okulun erkek milletinin düşündüğü tek şeye odaklı: Daha fazla seks yapabilmek, daha fazla kadın tavlayabilmek!

Mark bu süreçte facebook’u kuruyor. Başta ortak olduğu arkadaşı Eduardo’yu bir aşamada sırtından atıyor. Mark’ın bu davranışını filmin haksız gösterdiğini düşünmüyorum. Eduardo’nun vizyonu Mark’a göre çok güdük kalıyor. Mark’ın davranışı acımasızca ama Eduardo da davranışlarında haklı gözükmüyor. Açıkçası filmde Erica dışında saygı duyulacak herhangi bir başka karakter yok. Ama Erica da filmde çok az gözüküyor. Mark’ın aklından hiç çıkmasa da ve davranışlarının ardındaki temel motivasyon kaynağı olsa da Erica çok az yer alıyor filmde. Erica’nın filmdeki bütün diğer karakterlerden farklı olarak tatmin edici sosyal ilişkiler yaşadığını tahmin ediyoruz ama göremiyoruz ne yazık ki. Görebilsek, belki Mark’ın zavallılığı daha çok ortaya çıkacak. Bu haliyle, üzülünecek bir yalnızlığı olan ama daha çok da kendisinden çok daha kötü ve değersiz pislikler karşısında zafer kazanmış biri olarak karşımıza çıkıyor Mark Zuckerberg. Filmin asıl anlatmak istediği bir başarı öyküsü mü, yoksa başarının anlamsızlığı mı? Galiba ikisi de. Bu hafta yazdığım diğer film için keşke biraz daha hızlı olsa diye düşünmüştüm. Bu film için de keşke biraz daha yavaş olsaydı dedim.