Google Play Store
App Store
Hatırlatmalar | 12 Eylül Referandumu: Tek adam rejimine ilk adım

Hazırlayan: Yol Politika Kolektifi 

12 Eylül 2010 referandumu, siyasal İslamcı faşizmin adım adım gelişmesinde en önemli dönemeç oldu. Yüksek yargı başta devletin kritik noktalarının ele geçirilmesi ile siyasal İslamcılar büyük bir güç kazandı.

2000 sonrası ABD’nin özellikle Ortadoğu politikaları çerçevesinde önemli misyonlar yüklediği AKP-FETÖ arasındaki siyasal İslamcı ittifak bu dönemde ciddi güç kazandı. Türkiye’de siyasal İslamcı hükümet bir yandan özelleştirmelerle birlikte neoliberal dönüşüme dair radikal adımlar atarken, diğer yandan AKP, başta FETÖ olmak üzere türlü tarikat ve cemaatin de desteğiyle devlet içinde mevzilenerek gelişti.

Bu sürecin gelişmesinde AKP’nin önemli ortaklarından birisini de liberal kesimler oluşturdu. AKP ve F. Gülen ortaklığının bizatihi parçası olarak özel bir misyon üstlendiler. Taraf ve Zaman gazetelerinde tuttukları köşelerden sola devrimci harekete yönelik acımasız bir saldırı yürüttüler. Solun devrimci hareketin tüm tarihini, geçmiş devrimci önderleri darbecilikle yaftalayarak itibarsızlaştırmaya çalıştılar. AKP karşısında gelişen her türlü eleştirel tutumu “Ergenekonculuk” ve milliyetçilikle ilişkilendirerek iktidarın yönettiği tasfiye operasyonunda kullanışlı birer aparat oldular.

Ergenekon-Balyoz operasyonları ile birlikte Kemalist aydınların, sivil-askerî bürokraside yeni döneme uyum sağlayamayan, İslamcılarla işbirliği içinde olmayan kadroların tasfiyesi, 2010 referandumuna gelinen süreçte belirleyici oldu. AKP ve Fethullahçıların ortaklığında düzenlenen operasyonlar ve referandumun yarattığı Türkiye’nin demokratikleşeceği yanılsaması, muhalefet hareketinin bir kesimini AKP destekçiliğine sürükledi.

Anayasa değişikliğinin 12 Eylül’cülerle hesaplaşma anlamına geldiğini savunarak sonrasında Erdoğan’ın teşekkürüne muvakkaf olan kendi kendince sosyalistlerden, kendine özgürlükçü, demokrat sıfatını yakıştıran kesimler “yetmez ama evet” kampanyasıyla AKP’nin değirmenine su taşıdılar.

Kürt Hareketi, o dönemde AKP ile yürüttüğü müzakere sürecinin bir parçası olarak siyasal İslamcı faşizmin önünü açacak bu referandumda boykot tavrıyla iktidara dolaylı destek verme yolunu seçti. Kürt hareketi referandum öncesinden başlayarak 2015’e kadar varan uzun bir dönem rejimin dönüşüm sürecini Kürt sorununda çözümü için bir olanak olarak görerek AKP ile yakın ilişkiler içinde oldu.

Liberaller 12 Eylül’ü baskı ve işkenceler üzerinden bir mağduriyet söylemi içerisine sıkıştırdı. Referandumdan evet çıkmasıyla Türkiye’nin demokratikleşeceği ve 12 Eylül’le hesaplaşılacağı savunuldu. Bu mağduriyet söylemi karşısında devrimciler “12 Eylül’ün Mağduru Değil, Muhatabıyız” sözünde somutlaşan bir politikayı benimsedi.

AKP ve cemaatin 12 Eylül’ün ürünü olduğunu, bu anlamda siyasal İslamcıların 12 Eylül’le hesaplaşamayacağını ifade etti. Bu referandumun yüksek yargıyı yürütmeye bağlayarak ele geçirme operasyonu olarak değerlendirerek, bunun ülkeyi dinci bir faşizme sürükleyeceğinin altını çizdiler. Sosyalistler bu dönemde AKP’ye karşı mücadelenin onurunu sırtlanarak Türkiye’nin demokratikleşmesinin ve 12 Eylül’le hesaplaşmanın ancak geniş toplumsal kesimlerin eşitlik ve özgürlük temelinde AKP’ye karşı yürüttüğü mücadele ile olabileceğini ifade ederek 12 Eylül Anayasasına da AKP Anayasasına da hayır tavrını örgütledi.

Referandumla başlayan süreç siyasal İslamcı rejim dönüşümünün önünü açtı. Ülke iki İslamcı gücün iktidar kavgasıyla tarihin en kanlı darbe girişimlerinden birisine sürüklendi. Sonrasında da devletin tüm ideolojik güçlerini ve baskı aygıtlarını ele geçirerek seferber eden AKP’nin bin türlü hile ve zorbalıkları altında ülke bugünkü tek adam rejimi karanlığının içine sürüklendi.

Liberaller zaman zaman kendilerinin günah keçisi olduğu ilan ederken dahi ne kadar doğru yaptıklarını utanmazca anlatmaya devam ediyorlar. Liberal ihanetlerle örülü muhalefetin türlü gerekçelerle bu AKP’nin arkasına dizildiği bir sürecin sonunda ülke bugünkü duruma gelirken, mücadelenin onurunu ise devrimciler, sosyalistler taşıyor.

***

LİBERALLERİN DEMOKRASİ RÜYASI 

2010 Referandumu AKP’nin FETÖ ve cemaat desteğiyle devlet içinde mevzilenmesinin adımlarından biri olarak gerçekleşti. 12 Eylül’le hesaplaşma, demokratikleşme sosuyla yapılan referandum yüksek yargının yürütmenin himayesine girmesiyle sonuçlandı. Birikim dergisi, Zaman, Taraf ve Radikal gazetelerinde konumlanan sözde liberaller demokrasi adına AKP’yi destekleyerek siyasal İslamcı faşizmin adım adım geliştirilmesinde önemli roller oynadılar. Böylelikle demokrasi getirmek için çıktıkları yolda, bugün açığa çıkan İslamcı faşist bir rejimin yollarının döşenmesinde parke taşı görevi görmüş oldular.

Ergenekon operasyonlarının egemenler arasında bir kavga olduğunu ve burada muhalefetin sivri uçlarının AKP’ye doğrultulması gerektiğini söyleyen sol sosyalist kesimleri milliyetçilikle, darbecilikle, Ergenekonculukla suçladılar. DSİP genel başkanı Doğan Tarkan yazısında tarihe geçecek şu cümlelere yer vermişti: “13 Eylül günü eğer ‘hayır’ oyları çoğunluğu sağlarsa bu toplum 12 Eylül Darbesi’ni onaylamış olacaktır. ‘Hayır’ için çalışmış, Evet’in kazanması için kolunu kıpırdatmamış herkes bu sonuçtan sorumlu olacaktır. BDP İstanbul Milletvekili Ufuk Uras da Doğan Tarkan’a çok benzer şekilde “bu paketin geçmemesi Ergenekoncuların zaferi olur” derken, “Hayır demek solu sol yapan bütün değerleri inkâr etmek anlamına geliyor. Bu yaştan sonra Ergenekoncu cepheye su taşımanın anlamı yok” diyerek referandumu Ergenekon’la hesaplaşmaya bağlıyordu. Referandum sonrası Tayyip Erdoğan DSİP’in evet için gösterdiği üstün çabayı teşekkürle ödüllendirdi.

1980 öncesi Aydınlık hareketinde yer almış, Sovyetler’i işgaline karşı NATO’ya bağlı 4. Orduyu göreve çağırarak 12 Eylül darbesini desteklemiş olan Oral Çalışlar, Halil Berktay ve Şahin Alpay gibi simalar da Hayır diyen sosyalist kesimleri geçmişlerini unutarak darbecilikle itham ettiler. Radikal İki sayfalarında “Türk sosyalistlerinin önemli bir kesimi, İslamcı harekete ‘demokratik’ yaklaşmak yerine ‘otoriter-modernleşmeci’ yaklaşmayı tercih etti. İslamcı hareket içindeki değişimi, yenileşmeyi anlamadılar” diyerek referandumda Hayır tavrının darbeciliğe destek anlamına geleceğini ifade eden yazılar kaleme aldılar.

2010 referandum sürecine giderken bu kesimler tarafından Ergenekon, Balyoz operasyonlarıyla vesayet rejiminin tüm kurumlarının geri çekildiği, ancak yargının güçsüz de olsa direnmeye devam ettiği ifade ediliyordu. Bu bağlamda referandumla birlikte yüksek yargının ele geçirilmesiyle AKP önündeki engeller de tümüyle ortadan kaldırılmış olacaktı. İronik bir şekilde yargının AKP’nin, yürütmenin eline geçmesine yarayan anayasa değişikliğine sivilleşme ve demokratikleşme adına alkış tutuldu.

***

TANKIN İÇİNDEKİ “DARBE KARŞITI” 

2010 referandumunun en radikal savunucularından birisi olan F. Gülen, işi “gerekirse ölüleri mezarından kaldırıp getirip, oy kullandırın” diyecek kadar ileri götürmüştü. Referandum vesilesiyle askerî vesayete son verileceği, darbelerin bir daha geri dönmemek üzere geride bırakılacağı en gözde argümanlardan birisi olarak manşetlerden düşürülmüyordu. Liberaller F. Gülen’in bizatihi 12 Eylül darbesinin bir ürünü olarak yükselişini ve Gülen’in Evren’i “cennetlik ilan ederek” darbenin en büyük destekçilerinden birisi olmasını bir kenara bırakıp onu “muhafazakâr inkılabın” önderi olarak selamlıyordu. 12 Eylül referandumu ile birlikte yargı başta olmak üzere devletin güç merkezi AKP ve F. Gülen cemaatine geçti. Askerî vesayete karşı girişilen bu yol sonrasında iki siyasal İslamcı gücün iktidar kavgasının bir sonucu olarak ülkeyi tarihin en acımasız darbe girişimlerinden birisine sürükledi. Bu iki gerici güç arasındaki iktidar kavgası sonrasında da darbe girişimini fırsat bilen AKP’nin ülkeyi OHAL ve baskılar altındaki bir tür sivil darbe süreciyle başkanlık sistemine sürüklemesiyle sonuçlandı

***

CIA “SOLU” 

CIA eski Türkiye şefi Graham Fuller, referandumdan 4 yıl önce bir röportajında “Türkiye’de daha çok sol hareket görmek isterdim. Çünkü bence en büyük ihtiyaç bu” demişti. Türkiye’de ve dünyanın her yerinde devrimci hareketleri yok etmek için iç savaşlar, darbeler, işgaller organize eden bir istihbarat örgütünün Türkiye şefinin ülkemiz için ihtiyaç duyduğu “sol” elbette emperyalizmin bölgesel çıkarlarına ve ideolojik misyonuna uygun bir çizgide olacaktı. Bu ihtiyacı gidermeye yönelik olarak, Taraf’tan Birikim’e, Zaman’a, sol içerisinde yer edinmiş “kullanışlı aparatlara” kadar, yeni bir sol icat edilmeye çalışıldı. 2010 referandumuna gidilen süreç içerisinde sola yönelik bu operasyonların parçası olarak ÖDP’nin parçalanma görevini birileri üstlendi.

***

BOYKOT TUTUMU 

Kürt ulusal hareketinin o dönemdeki partisi Barış ve Demokrasi Partisi ve etrafındaki sosyalist partiler boykot çağrısı yapmış, bu çağrı referandum sonuçlarını da AKP lehine önemli derecede etkilemişti. Her ne kadar “Yetmez ama Evet” kadar gündem olmasa da aslında BDP’nin boykot kararı, AKP’nin bu süreçte aldığı en büyük desteğe dönüşmüş, referandumun sonucunu değiştirecek kadar etkili olmuştu. Bu süreç, ileride Öcalan tarafından “AKP’nin tam olarak oturması ve olgunlaşması” için verilen bir destek olarak açıklanacaktı.

BDP ve destekleyicisi sosyalist partilerin kurduğu Emekçilerin ve Ezilenlerin Boykot Cephesinin çağrısı Kürt illerinde önemli karşılık bulmuştu, seçime katılımın yüzde on’ları dahi bulmadığı kimi illerde, sandıklarda Hayır oyu yok gibiydi.

Referandum öncesinde BDP Genel Başkanı Demirtaş, Boykot tavrını Evet olarak değiştirebileceklerini söylemiş, bunun için de iktidardaki AKP’den çeşitli taleplerde bulunmuştu:

“Eğer Erdoğan seçim barajını yüzde 5'e indirirse, tutuklu arkadaşlarımız serbest kalırsa ve yeni bir Anayasa'da Kürt sorununu çözeceğini bu meydanda söylerse, biz bunu sizlerle tartışırız. Bunun dışında asla sandığa gitmek yok."

Demirtaş, referandum sonuçlarını ise “Bu başarıyı demokratik özerklikle taçlandırana kadar mücadeleye devam ediyoruz” diyerek kutlayacaktı.

Boykot cephesinin destekçilerinden olan Ertuğrul Kürkçü de referandum sonuçlarını demokratik özerklik sürecinde bir müjde olarak görenler arasındaydı. Sonuçları, AKP’nin özgürlük güçleri tarafından sıkıştırılması olarak yorumlamıştı.

***

DEVRİMCİLER NE YAPTI? 

Oğuzhan Müftüoğlu: “Mağdur Değil Muhatabız” 

Türkiye devrimci hareketinin liderlerinden Oğuzhan Müftüoğlu, 2010 referandumu sürecinde bir NTV yayınında 12 Eylül referandumu konusundaki ifade ettiği ve o gün oldukça yankı uyandıran görüşlerini paylaşıyoruz:

Yönetenlerin önemli bir yöntemi vardır. Yöneten bir azınlığın çıkarlarını sanki bütün bir toplumun çıkarınaymış gibi göstermek isterler. Şimdi de bütün bir toplumun çıkarına olmadığı halde sanki referandum tüm toplumun çıkarınaymış gibi, 12 Eylül'le hesaplaşılıyormuş gibi kavratmak istiyorlar. Topluma öyle inandırmak istiyorlar. Bu bir aldatmacadır. Çünkü 12 Eylül'le hesaplaştığını iddia eden AKP darbelerin ürünü bir partidir. AKP, 28 Şubat'ta Erbakan'ın tasfiyesiyle, dolaylı olarak müdahaleyle kurulmuş bir partidir. Bugünkü tartışmanın esası son 10 yıldır AKP eliyle yürütülmeye çalışılan bu neoliberal yeni toplum düzeninin, yeni ekonomik düzenin sürdürülmesi için birtakım hukuki ve anayasal değişiklikler sağlama çabasından başka bir şey değildir.

12 Eylül'ü kim yaptı. Darbe üç-beş tane generalin aklına biz darbe yapalım, millete işkence yapalım diye mi geldi? Uzun süredir “ezberleri bozacağız” diye başlanılan bir süreç var. Ne sınıf, ne emperyalizm, ne düzen, ne sömürü, ne sermaye hiçbir şey akla gelmiyor. Tüm toplumsal olaylar devlet-toplum çelişkisi, bir vesayet rejimi, askerî vesayet-sivil vesayet... Yok böyle bir şey! Sosyalistlerin literatüründe yok böyle bir şey! “100 yıldır Türkiye askerî vesayetle toplum arasındaki mücadeleye sahne oluyor” deniliyor. Ben 12 Eylül'ü yaşamış bir insanım, 12 Mart'ı yaşamış bir insanım, 27 Mayıs'ı da yaşadık. Peki 12 Mart'ta darbe niçin yapıldı, 27 Mayıs'ta darbe niçin yapıldı? 12 Eylül'le hesaplaşmak demek bu darbenin kimler tarafından yapıldığını, hangi sınıf tarafından yapıldığını tespit etmek ve o düzenle hesaplaşmak demektir. 12 Eylül yapıldığı zaman ABD başkanları “Bizim çocuklar yaptılar” diye sevindiler. Türkiye'de darbenin nedeni tamamen içerde yaşanan gerginlikler değildi. Şunu unutmayalım darbeyi yapan Türk ordusu NATO'ya bağlı bir ordudur. NATO, ABD'nin dünya politikalarını uygulayan bir kurumdur. Başka hiçbir şey değildir. Bazı arkadaşlara bunlar klişe gibi gelebilir. Ama bunu öğrenmezlerse hiçbir şey anlayamazlar!

AKP'nin neoliberal politikalarını desteklemek için darbecilik konusunda ortaya çıkan arkadaşlar burjuvazinin, sınıfların, sömürü düzeninin ve emperyalizmin bu olayla ilişkisini gizlemek için büyük çaba sarf ediyorlar. Bu doğrusu sosyalist olma iddiasındaki birisi için çok büyük ayıptır.

12 Eylül darbesine karşı mücadele eden topluluğun bir bireyi olarak kendimi 12 Eylül mağduru olarak görmüyorum. Türkiye'nin o günkü mevcut düzenine karşı, o faşist diktatörlüğe karşı mücadele ettik, onun bir bedeli varsa bunu ödedik. Ölenlerimiz de ödedi canlarıyla, cezaevlerinde işkencelerle ödedik. Burada bir mağduriyet söz konusu değildir. Biz 12 Eylül'ün muhatabıyız. Evet 12 Eylül'ün mağdurları vardır. MHP'liler kendilerini mağdur olarak hissetmişlerdir. Çünkü 12 Eylül'ü yapan güçlerle aynı saftaydılar. O yüzden yöneticileri “fikrimiz iktidarda, biz içerdeyiz” demiş ve kendilerini mağdur görmüşlerdir. Öyledir, ihtilaller bazen kendi evlatlarını yer.

***

SOSYALİSTLERİN HAYIR CEPHESİ 

SOL Parti, o dönemki ismiyle Özgürlük ve Dayanışma Partisi, referanduma karşı ilk hayır reaksiyonunu gösteren siyasi yapılar arasındaydı. Referandum sürecinin, neoliberal-İslamcı ittifakın yargıyı ele geçirme hamlesi olarak gören sosyalistler, “12 Eylül Anayasasına da AKP Anayasasına da Hayır” tavrını benimsemiş, bu siyaseti birleşik bir mücadele etrafında kampanyaya dönüştürmüştü.

ÖDP, TKP, EMEP ve Halkevleri’nin kurduğu Hayır Cephesi, emek ve demokrasi güçleri ile birlikte mitingler düzenleyerek referandumda Hayır oyu için çağrı yapmıştı.

ÖDP, “12 Eylül Anayasasını da AKP Anayasasını da Kabul Etmiyoruz”, “12 Eylül’de Gülen’lere Hayır” sloganları ile ülke çapında kampanyalar düzenleyerek, referandum sürecinde Hayır cephesinin başını çekti.

***

BAŞKANLIĞA GEÇİŞİN TEMELLERİ ATILIYOR 

ÖDP, o dönemde “2 Hayır Birden” başlıklı bir kampanya yürütürken, bu kampanyasında referandumun “başkanlık sistemine geçiş” için bir aşama olduğunu dile getirmişti. ÖDP’nin o dönemki açıklamasında şu görüşlere yer veriliyor:

“Bu referandumla AKP ve F. Gülen yargı ile birlikte devletin merkezini ele geçirmeye çalışıyor. Ekonomik düzlemde piyasacılığın derinleştirilmesi ve sermayenin ihtiyaçlarına yanıt verilmesi hedeflenirken bunun için de yürütmeyi güçlendirerek başkanlık sistemine geçişin hukuki temelleri oluşturulmaya çalışılıyor. Anayasa değişikliği her bakımdan 12 Eylül rejimine bir karşıtlık bir yana onun ilerletilmesi anlamına geliyor. Bu yüzden biz “2 hayır birden” diyoruz. Hem AKP’nin anayasa değişikliğine önerisine hayır hem de onun zihniyetini belirleyen 12 Eylül anayasasına hayır.”