Havana ve Küba hakkında yazmanın bu kadar zor olacağını düşünmemiştim...

Havana ve Küba hakkında yazmanın bu kadar zor olacağını düşünmemiştim. Sosyalist sistem çöktükten, Sovyet sistemi dağıldıktan sonra, üstelik dünya ekonomik krizinin derinleştiği bir zamanda, ve ABD ambargosu devam ederken, küçük bir ülkenin güllük gülistanlık olmasını beklemek saçma. Ama insan ruhu rasyonel değil ki… Acaba ne umuyordum giderken!? Yoldaş Cüneyt gelmiş diye beni bağrına basacak coşkulu komünistler görmeyi mi bekliyordum? Buena Vista Sosyal Kulüp’ün yaşlı müzisyenlerinin onuruma konser vereceklerini mi? Ne bekliyordum acaba?

HAVANA’DA HAYAT ZOR
Günlerdir kafamda bu yazıyı tasarlıyorum ama bir türlü oturup yazamıyorum. Havana’da hayat zor. Havana’da hava ağır. Havana sanki savaştan çıkmış bir kent gibi; görkemli bir sürü bina pas içinde, çürümekte. Brezilyalı oyuncu ve ana jüri üyesi Patricia Pillar eski bildiği Küba’yı özleyerek “Havana neşesini yitirmiş” diyordu eski Havana’ya yaptığımız gezide. Bir hafta kadar sonra Venezüelalı belgesel sinemacı Rosana Matecki’den benzer bir söz duyuyordum: “Küba umudunu yitirmiş” diyordu o da. Galiba Küba’ya gelmekte geç kalmışım biraz. Dönüş uçağında yanımda oturan, İspanyol bir kadınla evli, İspanya’ya yerleşmiş dalış hocası Carlos “Babamın kuşağı şahaneydi, yeni kuşak berbat” diyor. Giderken Almanya’da yaşamayı seçmiş Kübalı bir akademisyenle konuşmuştum uçakta. O da “benim zamanımda eğitim, Avrupa’nın en iyi üniversiteleriyle denk düzeydeydi. Nitekim ben de rahatlıkla Almanya’da doktora yaptım. Ama Sovyet yardımı kesilince, durum artık eskisi gibi değil” demişti. O akademisyenle az tartışmamıştık yol boyunca. O bana Küba’yı kötüledikçe, ben ona Türkiye’de gazeteci olmanın ne demek olduğundan, kapitalizmin korkunçluğundan söz etmiştim. Hâlâ da fikrim aynı tabii ki. Ama Küba’nın kapitalizmden hem ideolojik hem de yaşam biçimi olarak fazlasıyla etkilenmeye başladığını gördüm. Yirmi yıl önce rastlanmadığı söylenen fuhuşun çok yaygın olduğunu gördüm. Kitlelerin Küba’nın devrim sonrasında çekilen ilk zombi ve korku filmi “Ölülerin Juan’ı”nı görmek için çılgın kuyruklar oluşturduğunu gördüm. Bu filmin, ki sevimli bir filmdi, Castro’yu ve sosyalizmi eleştirdiğini ve kahraman olarak bir “girişimci”yi, entrepreneur’ü başrole oturttuğunu ve seyirci ödülü aldığını gördüm.      

KÜBA’DA YORGUN VE YALNIZ SOSYALİZM
Küba’da sosyalizm direnmeye devam ediyor ama çok yorgun düşmüş, çok yalnız kalmış. Ve yoksulluk üzücü boyutlarda. Kibrit koleksiyonu yapan bir arkadaşım için kibrit kutusu ararken, kişi başına bir kutu kibrit istihkakları olduğunu öğrendim. Bu yoksulluğa rağmen Havana Festivali, Avrupalı muadillerinden daha cömert. Avrupa festivalleri okyanus aşırı jüri üyesi davet etmiyor, dolayısıyla Kübalı eleştirmenler benim yaşadığım ağırlanmayı yaşamıyorlar. Oysa onlar bütün yoksulluklarına rağmen beni ve Britanyalı bir meslektaşımı Avrupa’dan getirdiler ve Havana’nın Pera Palası diyebileceğim Hotel Nacional’de ağırladılar. Küba’dan sonra, kuzenimin düğünü için Almanya’ya geçtim. Almanya kuzenimin halasına, yani benim teyzeme vize vermemişti. O yüzden teyzem ve oğlu düğüne katılamadılar. Ne kadar ayıp, ne kadar korkunç! Utan Almanya! Almanya mı daha özgür, Küba mı diye düşündüm, sonra. Benim açımdan bakılınca Küba daha özgür bir ülke, serbestçe girip çıkabiliyorum; her ne kadar Kübalı için yurtdışına çıkmak çok zor olsa da. Hem Küba serbest bıraksa, yoksul Kübalılar bizim yaşadığımızı yaşayacak. Ne ABD’den ne AB’den vize alamayacaklar.
Küba’ya Türklerin akın akın geldiğini de öğrendim. Dini bütün, muhafazakâr Türk erkeği seks denince sınır tanımıyor. Bilim Çin’deyse gidip alacağını sanmam ama seks nerdeyse oraya gitmeyi biliyorlar, maşallah. Tabii sadece Türkler değil, bir sürü ülkeden erkekler ve kadınlar seks için Küba’ya geliyor. Fuhuş olgusu, Küba filmlerinde de belirgin bir şekilde görülüyor. Yedi Küba filminin altısında bir travesti karakter vardı (her travesti seks işçisi değildir ama bunlar öyleydi)! Almodovar bile sanırım bu kadar yüksek bir oran yakalamamıştır filmlerinde.

KAPİTALİZM KAN VE GÖZYAŞI VADEDİYOR
Festivalde yarışmalı bölüm tamamen Latin Amerika ülkelerinin sinemalarına ayrılmıştı. Bu filmleri seyrettikten sonra, doğrusu yine de şunu düşündüm. Yoksul olmak her yerde çok zor ama Brezilya’nın bir favelasında ya da Meksika’da yoksul bir semtte yoksul olmaktansa Küba’da yoksul olmak bana çok daha iyi geldi. Çünkü, Küba’da sözünü ettiğim ülkelerdeki gibi mafya ve şiddet yok ve her şeye rağmen insanların temel ihtiyaçları karşılanıyor. Ama Küba’nın yoksul insanları yine de denizin öte yakasının düşünü kuracaklar, bundan daha fazlasını, daha fazla özgürlüğü, daha fazla zenginliği elbette isteyecekler. Ama dünyanın yoksulları için kapitalizm kan ve gözyaşından başka bir şey vaat etmiyor. Bunu Kübalıların çoğu şu anda göremiyor diye düşündüm, oradayken. Küba’da sistem çökse, mafyanın ve şiddetin pençesinde bir Latin Amerika ülkesi olup çıkar, bundan adım gibi eminim. Niye derseniz filmlere buyurun diyeceğim… Tabii buyurabilirseniz. Ana jürinin birinci seçtiği “Cehennem” (El Infierno; 2010; Luis Estrada ve Jaime Sampietro) Meksika’yı cehennem olarak tasvir ediyordu. Yine Meksika’dan gelen “Miss Bala” da benzer bir şekilde mafyanın pençesindeki çaresiz insanları anlatıyordu. Bu filmlerin Meksikası gerçekten de berbat bir yer. Ya da “Özel Tim 2”nin dibine kadar çürümüş Brezilyası'nda bir favelada yaşamak istemezsiniz. Kolombiya’daki devletin işlediği katliamlardan gerçeküstücülüğe de göz kırpan bir tarzda söz eden “Bütün Ölüleriniz”i (Todos Tus Muertos; Carlos Moreno) görebilirseniz, görün ya da. Yarışmadaki Küba filmlerinden “Ölülerin Juan’ı”nda da kan gövdeyi götürüyordu. Ama bu filmdeki ölüler mecazi ölülerdi. Genç yönetmen Alejandro Brugues düzene isyan ediyordu ve Küba’yı yaşayan ölülerle dolu bir yer olarak tasavvur ediyordu. Seyirci ödülünü alan filmindeki Havana ve Havanalılar yine de diğer filmlerdeki kentler ve kentlilerden çok daha yaşama sevinci ile doluydu. Eh, biraz abarttım galiba. Ne yapayım elimden bu kadar geliyor, Küba’yı fazla eleştiremiyorum. Ama Havana’da hava ağır… Maalesef.

Son olarak: FIPRESCI jürisinin seçimi Şili filmi “Bonsai”ydi. Christian Jimenez’in bu filmine ödül verirken başkanlığını yaptığım jüri çok zorlanmadı. “Bonsai” onca şiddet dolu film içinde, sükûneti, hüznü ve umuduyla içimizi ısıtmıştı çünkü.

Ve bir hatırlatma: Bizi paradan başka bir şey düşünmeyen, geçmişsiz ve geleceksiz yaratıklara dönüştürmeye çalışan neo-liberalizmin saldırısına direnmek ve Emek Sineması’nı savunmak için Beyoğlu’ndayız. Saat 4’te Taksim Tramvay Durağı’nda buluşmak üzere!