“Hayat Ağacı”nı basite indirgemeye çalışarak anlatırsak şöyle bir şey çıkar...

“Hayat Ağacı”nı basite indirgemeye çalışarak anlatırsak şöyle bir şey çıkar: Jack O’Brien ünlü, zengin fakat mutsuz, melankolik bir mimardır. Karısıyla iletişimi kopmuştur. İşinde müthiş bir yabancılaşma içindedir. Çelik, beton ve camdan oluşan bu kulelerde doğadan kopmanın acısını çekmektedir. Ama asıl çektiği acı yuvadan, ana kucağından kopuşun acısıdır. Aklı hep geçmişe gider, çocukluğunu anımsar. Üç erkek kardeşin (galiba) en büyüğüdür Jack. Kardeşlerinden biri genç yaşta ölmüş, anne ve babası büyük acılar çekmişlerdir. Tabii Jack de. Jack iki kardeşinin de hayatta olduğu acı/tatlı günleri düşler. Babası sert bir adamdır. Oğullarını başarılı adamlar olmaları için katı bir disiplinle eğitmeye çalışır. Baba O’Brien müzisyen olmak istemiş, olamamış;,mucit olmak istemiş ama aldığı patentler bir işe yaramamış, Çin’le ticaret hayalleri kurmuş ama gerçekleştirememiş biridir. Toplumun bütün kurallarına uyduğu, işini aksatmadığı, kilisesine gittiği halde nihayetinde işinden atılmış bir “kaybedendir”.
Jack annesine âşıktır. Babasından ise tabiatıyla nefret eder.  Tanrıdan babasını öldürmesini diler. Annesi ise dilsiz bir melek gibidir.  Bütün güzelliği ve zarafetiyle, kimi zaman cam tabutunda uykuya dalmış Pamuk Prenses, kimi zaman ise uçan bir peri gibidir Jack için. Bir gün babası iş gezisine gittiğinde, babanın varlığının ne anlama geldiği ortaya çıkar. Babasız kalan çocuklar, tam anlamıyla terör estirirler, annelerini sürüngenlerle korkuturlar, komşuların camlarını kırarlar vs. Hatta Jack, gizlice komşularının evine girer, komşu evin hanımının şifonyerini karıştırır. Kadının annesininki gibi bir inci kolyesi olması Jack’i iyice heyecanlandırır. Görmesek de anlarız:  Jack kadının kombinezonuna boşalır ve sonra büyük bir suçluluk duygusuna kapılıp kombinezonu nehre atar.  Jack hayalinde babasını öldürmüş ve annesiyle birlikte olmuştur.
Ve daha birçok ayrıntıyla film Jack ve ailesinin hayatından enstantaneler gösterir. Fakat bütün bu anlatı, filmin başında verilen kardeşlerden birinin ölümünün gölgesinde, bir yas ve melankoli atmosferi içinde verilir. Bu yas hali, tanrıyla bir hesaplaşmayı da içerir. Filmin başındaki yazıda tanrı Yakup’a “ben bütün bunları yaratırken, sen nerdeydin” diye sorar. Filmde ise aynı soruyu filmin kahramanları tanrıya sorarlar: Sana ihtiyacımız olduğunda nerdeydin? Niye gençlerin, çocukların ölümüne göz yumuyor, izin veriyorsun?
Aklıma Bob Dylan’ın meşhur şarkısı  geliyor: Cevabı, dostum, rüzgarda uçuşuyor. Filmdeki cevap ise evrenin tarihinde uçuşuyor. Vahşet ve merhamet, ölüm ve doğum ve bitmek bilmeyen bir değişim, işte cevap bundan ibaret. Tanrı alıyor ve veriyor. Ve sonunda herkes ölümde, öbür dünyada biraraya geliyor.
Benim anladığım bu gibi şeyler “Hayat Ağacı”ndan. Terrence Malick sinemasının felsefi temellerine ise Milliyet Sanat’taki yazımda değindim. Bulursanız ona da bakın. “Hayat Ağacı” Cannes’da Altın Palmiye kazandı. Malick’e “aziz” muamelesi yapılırken onunla çok benzer temalara değinen bir başka yönetmen ise istenmeyen adam ilan ediliyordu: Lars von Trier! Von Trier bilindiği gibi Hitler’i anladığından söz etmiş ve büyük bir infiale neden olmuştu. “Hayat Ağacı”nı izlerken aklıma sık sık von Trier’in filmleri geldi. Von Trier’in “Antichrist”ı (Deccal) bir oğlun ölümüyle başlıyor ve ardından eşlerin yaşadığı hayatı ve birbirlerini sorgulamayı anlatıyordu. Tıpkı “Hayat Ağacı” gibi… Von Trier’in “Melankoli”si kozmik olanla, bireysel olan arasında bağlar kuruyor, bir kıyamet senaryosu, ölümde birleşmeden söz ediyordu, tıpkı “”Hayat Ağacı” gibi. Von Trier’in “Karanlıkta Dans” ve “Dalgaları Aşmak” gibi filmlerinde fedakâr ve cefakar kadınlar vardı, tıpkı “Hayat Ağacı”nda olduğu gibi. Von Trier Hitler’i anlıyordu; Malick Heidegger’i, Heidegger ise Hitler’i anlıyordu. Ama von Trier tam bir teşhirciyken, Malick tam bir münzevi. Sonunda birinin sapkın, diğerinin aziz muamelesi görmesinde bu karakter farklılıkları belirleyici rol oynadı, filmleri arasındaki farklılıklar değil. Von Trier herkesin önünde tabiri caizse donunu indirdi, Malick’i ise Cannes’da ödül töreninde bile görmek nasip olmadı.
Ve bütün bunların ötesinde bir de şu gerçek var:  Yerli, yabancı bütün auteur’ler günümüzde Nietzsche’yi anlıyorlar, Nietzsche’den ilham alıyorlar. Bunun ne anlama geldiğini, bir gün anlarım herhalde. Şu anda sadece durum saptaması yapabiliyorum.
“Hayat Ağacı”nı seyretmeli misiniz? Elbette, seyretmelisiniz. Seven az olacaktır, ben de kısmen beğeniyor, kısmen çok sıkıcı buluyorum. Ama günümüzün beğenisi bu, bu beğeniyi anlamak için önce görmek lazım.

***

Tehlikeli İlişki
Psikanalize Giriş
Cronenberg en sevdiğim yönetmenler arasındadır. Ruhu ve bedeni paramparça eder, dönüştürür, eğer, büker filmlerinde. Bu kez kendi dünya görüşünün temelinde yatan bilim adamını, yani Sigmund Freud’u ve yakın çevresinden iki kişiyi, meslektaşı Carl Jung’u ve önce hastası sonra meslektaşı olan Sabina Spielrein’ı anlatmış.
Filmin adı orijinalinde “tehlikeli bir yöntem” anlamına geliyor ve psikanalizin “konuşma”ya dayalı tedavisine işaret ediyor. Ama “tehlikeli ilişki” de o kadar kötü değil, isim olarak. Jung’un hastalarıyla kurduğu ilişkiler tam anlamıyla tehlikeli ilişkiler. Jung doktor ile hastası arasında olması gereken, kesinlikle ihlal edilmemesi gereken sınırları aşan, dolayısıyla kendisini ve hastasını tehlikeye sokan biri. Freud’la bilimsel açılardan da uzlaşamıyorlar. Jung mistik meselelere dalıyor, Freud ise her zaman bilimsellik sınırları içinde kalıyor. Sabine ise müthiş bir değişim geçiriyor hayatında. Hasta olmaktan, doktor olmaya geçiyor. Ama bir de dış dünya var!!! Yahudilerin ikinci sınıf, Ari ırk mensuplarının birinci sınıf insanlar olduğu bir dünya ve o dünya Spielrein gibilerden değil Jung gibilerden yana. “Tehlikeli İlişki” sanki bir girizgah gibi duruyor. Keşke 5 saat daha sürse veya devamı çekilse. Bu haliyle eli yüzü düzgün bir film ama bir şekilde derinden etkilemeyi başaramıyor. Freud’un hastalarıyla arasına net sınırlar çizmesi gerekli ama sanki Cronenberg de seyircisiyle arasına net sınırlar çekmek istemiş. Buna hiç gerek yok ki!

***

Dedemin İnsanları
Buralı Olmanın Yüceliği ve Sefaleti
Dedemin İnsanları”nı seyrederken mucizevî bir şey oluyor: Kendimi daha iyi bir insan olmuşum gibi hissediyorum! Yara bere içindeki ruhum tedavi oluyor, “iyi”leşiyor. Kadim zamanlardaki büyücü doktorların yaptığı da buydu herhalde. Çağan Irmak bizi tedavi etmeye çalışıyor ve oldukça başarılı  da oluyor. Mübadele, Kıbrıs Savaşı ve “bütün kötülüklerin anası” (öyle olmasa da bunu hak ediyor) 12 Eylül’le hesaplaşıyor; ırkçılığa ağzının payını veriyor. Bütün bunları çoğu zaman tadına doyum olmaz diyaloglarla, çok iyi mizansenlerle beceriyor. Bazen teatral olsa da, duygusallık dozunu bir çimdik kaçırsa da Irmak’a “usta, eline sağlık!” diyorum. “Dedemin İnsanları”nı kaçırmayın!