Son zamanlarda medyada beni en çok etkileyen habere sizin de dikkatinizi çekmek istiyorum.

Son zamanlarda medyada beni en çok etkileyen habere sizin de dikkatinizi çekmek istiyorum.

Hayır, partilerin seçim listeleri değil konu. Önder Sav ve Canan Arıtman’ın isimlerinin aday listesinde yer almaması da, İbrahim Tatlıses’in ve Tuncay Özkan’ın bağımsız aday olması da doğrusu beni çok fazla ilgilendirmedi.

Benim sözünü ettiğim haber bambaşka: Türkiye’de son 10 yılda en az 250 bin çocuk cinsel istismara uğramış. Geçen yıl yaklaşık 7 bin çocuğa tecavüz edilmiş.

Sokaklarda yaşayan çocuk sayısı 50 binmiş. Bunların 30 bini cinsel istismara ve tecavüze uğramış.

Araştırmacı-yazar Tuncer Günay’ın ortaya koyduğu ve yakında kitaplaştıracağı veriler arasında, 2010 yılında kapatılan 23 bin porno sitenin 15 bininin çocuk pornoları kullandığı bilgisi de var.

Bu arada 2009-2010 öğrenim yılında ilköğretim çağında olup okula gitmeyen çocuk sayısı 326 bin 513 imiş.

Günay’a göre, son 20 yılda aile içinde birinci yakınlarının ve akrabalarının istismarına uğrayan çocuk sayısı, 350 ile 400 bin arasında tahmin ediliyormuş. Ama bu vakalardan sadece 600'ü yargıya yansıyabilmiş.

Aile içi meydana gelen cinsel saldırı olaylarına en fazla Marmara Bölgesi’nde rastlanıyormuş (yüzde 43). Daha sonra sırasıyla İç Anadolu,  Ege, Akdeniz, Karadeniz, Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu geliyormuş.

*      *      *

 

Bir başka araştırmaya göre ise, cinsel istismara maruz kalan çocukların yüzde 30'unun 2-5, yüzde 40'ının 6-10, yüzde 30'unun 11-17 yaş grubunda olduğu saptanmış. İstismarcıların yüzde 96'sı erkek, yüzde 80'i de çocuğun tanıdığı birisiymiş.

Uzmanlar, çocuğa uygulanan fiziksel şiddetin dışında, küçük düşürme, gözdağı verme, kabadayılık, nefretli konuşma, manipülasyon, takipçilik, ebeveynsel yabancılaşma, psikolojik işkence, zihin kontrolü, zor yollu ikna, mobbing gibi bir sürü yöntem olduğunun altını çiziyor.

En beterlerinden biri ensest, yani yakın akrabalar arasında cinsel ilişki (veya haz alma amacıyla çocuğun cinsel organlarına dokunulması, teşhircilik, pornografiye zorlamak vb.). Zorla, baskıyla ya da ödül ve kandırmayla ortaya çıkan ağır bir istismar.

Enseste ilişkin kesin verilerin neredeyse bulunmaması, onun toplumda utanç duyulan bir şey olmasından, bildirilmemesinden, korkulmasından, gizlenmesinden kaynaklanıyor.

Ne var ki, eldeki bilgilerin, Türkiye’nin ensest ilişki bakımından dünyada ilk beş ülke arasında yer aldığını ortaya koymaya yettiğini belirtelim.

*      *      *

Son üç hafta içinde gördüğüm üç Türk filminden biri, ensesti konu alan “Atlıkarınca” idi. Senaryosu İlksen Başarır ve Mert Fırat’a ait olan, başrollerinde Mert Fırat, Nergis Öztürk ve Zeynep Oral’ın oynadığı filmde, kendi halinde görünen bir ailede yaşanan ensest olayı ve yarattığı fırtınalar ele alınıyor.

Kahramanlar, görünüşte aşırı titiz ve duyarlı olduğu izlenimini veren Erdem (baba), içine kapalı biri olarak yetişen Edip (oğul), normal bir çocukken bir gün dünyası kararan Sevgi (kız), ailenin en hareketli üyesi olan, konuyu öğrendiğinde şoke olarak başlangıçta tepki vermemeyi tercih eden Sevil (anne) ve onun her şeyi sessizce izleyerek filmde toplumun yerini tutan felçli annesidir. Yıllar önce oğlunu taciz eden, şimdi de kızıyla ilişkiye giren Erdem, yazdığı şiirler ve beklenmedik sonu, filmi oldukça sürükleyici kılıyor.

Yargılamama ve tahrik edici olmama konusunda son derece özenli bir üslup taşıyan filmin belki de en önemli özelliği, böyle bir tabuyu gündeme getirme cesareti. Bence mutlaka görülmesi gereken bir film.

*      *      *

İzninizle öteki iki filmle ilgili olarak da birkaç cümle eklemek istiyorum.

Türkiye’nin bir başka yüzünü, yakın tarihten neredeyse belgesel niteliğinde olaylarla aktaran “Press” adlı film, 90’ların başında Diyarbakır’da Özgür Gündem gazetesinin yayımlanmasının ve dağıtılmasının ne kadar kanlı bir mücadeleye dönüştüğünü anlatan, insanın tüylerini ürperten bir gerçek öykü. Günümüzde gazetecilerin yaşadıklarını düşünecek olursak, filmin konusu bize çok da uzak değil. Sedat Yılmaz’ın filminde Aram Dildar, Engin Emre Değer, Kadim Yaşar ve Asiye Dinçsoy oynuyor.

Diyarbakır’daki gençler sadece gazetecilik yapmak için ölümü göze alırken, İstanbul’da son derece zeki ve kendine güvenli gençler, hayatları için bir anlam bulamıyorlar. 1994 yılında Kent FM'de yayına başlayan ve 7-8 yıl kadar süren “Kaybedenler Kulübü” adındaki radyo programını ve programın sunucularını anlatan filmden söz ediyorum. Birçok alanda ciddi bilgi birikimi sahibi, görünüşte hiçbir şeye şaşırmayan, her konuda diyecek bir sözleri bulunan, parlak vecizelere meraklı olan, karşı cinsin vücudu ile ilişkilerde her zaman aç ve hızlı bir tüketici durumundaki iki genç, yaptıkları radyo programıyla geniş bir kitle yaratırlar. Ama bu kitle de, çoğunlukla, onlar gibi karamsar ve – sahip oldukları onca özelliğe karşın – kaybedenlerden oluşmaktadır. Tolga Örnek’in yapımcılığını üstlendiği, Nejat İşler, Yiğit Özşener ve Ahu Türkpençe’nin başrollerde olduğu  “Kaybedenler Kulübü” filminin görülmesinde yarar var.
 
 
***

Tatil küçük bir hayattır

Tatil yapmak bir sanattır. Yaşamak gibi.

Zaten her tatil küçük bir hayata benzer. Başlarken nasıl biteceğini bilemezsiniz. Umduklarınızın ne kadarı gerçekleşir, hangi sürprizlerle karşılaşırsınız?..

Bu yıl tatilinizi nasıl geçireceksiniz?

Evinizde, televizyonun önündeki tanıdık koltuğunuzda geçirecekseniz, diyecek sözüm yok.

Deniz kenarında bir otelde dinlenmesini, plajda saatlerce yatmasını sevenlere de bir şey demeyeceğim.

Ama hareketli bir tatil derseniz, bilmediğiniz diyarları gezip görmek isterseniz, aynı anda hem enerjik bir tempo hem de sakin bir dinlence imkanı arıyorsanız size hiç tereddütsüz nehir gezisini öneririm.

Nerede mi? Rusya’da. Hazır vizeler de kalkmışken…

Rusya’yı küçük ve sihirli bir ayna gibi yansıtan Volga Nehri üzerinde, size bir süre için ev, hatta vatan olacak sempatik gemilerden birine binmenizi salık veririm.

Bu tercihi yapmakla, tatil denilen küçük hayatınıza adım atmış olursunuz. Gerisi kendiliğinden gelir.

Geminin güvertesinden, sakinleştirici ve dinlendirici etkisi şaşılacak kadar güçlü olan nehrin sularına dalıp gidebilirsiniz.

Suların karayla birleştiği yerde kentler, köyler ve en çok da rengarenk doğal manzaralar oynaşır. Her şey bir film şeridi gibi geçer gözlerinizin önünden.

Bazen film şeridi durdurulur. O anda sanki yabancı bir filme kısa bir süre için katılma şansınız vardır. Gemiden inip yolları, meydanları, müzeleri, kiliseleri, kent pazarlarını gezebilir, insanlarla tanışabilirsiniz.

Sonra tekrar binersiniz geminize ve film şeridi yeniden dönmeye başlar...

Sakinliğin keyfini çıkarabilirsiniz. Ama küçücük gemi, daha hareketli bir tatil için şaşılacak kadar büyük imkanlar sunar. Bunu gerçekten istemeniz ve çevrenize dikkatle bakmanız yeter...

Bu sözleri “edebiyat yapmak” olarak değerlendirmemeniz için, yıllardır Volga üzerinde defalarca küçük hayatlar yaşadığımı söylemeliyim. En sevdiğim tatillerden biridir bu nehir gezileri.

Laf aramızda, ben toplu halde yapılan gezilerin bir kısmına katılmam. Anlatılanların çoğunu dinlemem. Rehberlerin ve organizatörlerin bir şeyler öğretme gayretinin önemli bir bölümünü tembelce geçiştiririm. Ama geziyi hissetmeyi, izlemeyi ve yaşamayı severim.

Zaman zaman gittiğim kentler, gördüğüm nehir ve göller, bindiğim gemiler üzerine bir şeyler okurum, notlar alırım. Okuduklarımı başkalarına öneririm.

Ama keyifle okunacak kitaplar pek fazla sayılmaz. Onlar da Türkçe değildir.

Daha doğrusu yakın zamana kadar öyleydi...

Sonra “Volga Volga” adında Türkçe bir kitap çıktı, Volga’nın ve Volga üzerinde yaşayacağınız küçük hayatın anahtarını sunan...

Artık anahtarı nasıl kullanacağınız size kalmış...

Hayat sizin hayatınız, tatil de sizin tatiliniz.

Dahası, Volga sizin Volganız... Hiç değilse bir süreliğine...

Herkesin kendi Volga’sını keşfetmesi ve tatil süresince kaliteli bir küçük hayat yaşaması için büyük çaba sarfetmiş kitabın yazarı Yusuf Nuraydın.

Küçük bir kitap...

Küçük bir tatil...

Ve küçük bir hayat...

Tercih size kalmış artık...