Savaş ve imha beklentisinin doruğa taşındığı boğucu zamanların ardından “hava operasyonu” geldi; bombalar yağdı günlerce Irak’ın kuzeyine. Neler olup bittiğini pek sormadı kimse...

Savaş ve imha beklentisinin doruğa taşındığı boğucu zamanların ardından “hava operasyonu” geldi; bombalar yağdı günlerce Irak’ın kuzeyine. Neler olup bittiğini pek sormadı kimse; herkes memnun görünüyordu. Hakikatle arası iyi değildir zaten bu toplumun. “Büyükler” ne derse, hakikat odur. Ötesini aramak netameli iştir, üstelik tehlikelidir.

Derken bir gün “kara harekâtı”yla uyandık. Savaş bandoları tekmili birden ölüm marşları çalmaya başladı. İşte o beklenen gün gelmişti; “Türkün kahredici gücü”nü hainlere, bilumum düşmana ve tüm aleme göstermenin zamanıydı. Kandil yolu açıktı, ama oraya çıkmak da yetmezdi. Elimiz değmişken Kerkük’ü de almalıydık. Hatta neden “Musul hesabı”nı da kapatmayaydık ki! Zaten işler de yolunda gidiyordu; her gün yeni “zafer haberleri” geliyordu. Gerçi bu haberler tek kaynaktan akıyordu; lakin bunun da bir önemi olamazdı, mutlaka doğruydu hepsi. Esasen “hakikat” dediğimiz şey, bizim öyle olmasını arzu ettiğimiz şeyden nasıl farklı olabilirdi ki!
O da ne! Ordu ansızın çekilmiş, topluma bir hafta boyunca pompalanan hesaplar havada kalmış. “Bizim hakikatimiz” ile “hayatın hakikati” arasında bir çatışma olup olmadığını sormak artık kaçınılmaz olmuş.

Kızgınlık, öfke, itiraf sarmalı işlemeye başladı. Savaş partileri, çekilmeyi zamansız, ölümleri yetersiz buldular, orduyu hedef alan açıklamalar yaptılar. Genelkurmay Başkanı’nın zehir zemberek sözleri geldi hemen. Bir de itiraf vardı bu sözlerin satır aralarında: “Çekilmeyi erken bulanlar, oralarda 24 saat kalsınlar da görelim.”
Daha çok sertlik, sürekli savaş, tam imha isteyenler arasında bir kavga başlamıştı. Kimse alışık değildi buna. Oysa “esas hakikatimiz”in saklanamaz hale gelmesinden başka bir anlamı yoktu yaşananların. Gözlerimizi kapattığımız hakikat, yüzümüze çarpmıştı; biz onunla yüzleşmekten kaçıyorduk sürekli, ama o bizi kendisiyle yüzleşmeye zorluyordu.

Hayatın hakikati, Kürt sorununda silahlı yöntemin tükendiğini söylüyordu nicedir; kulak asmamakta inat ediyorduk. Lakin şimdi Lady Godiva gibi çırılçıplaktı; o soylu atına binmiş tüm sokaklarımızı turluyordu. Hepimizi evlerimize kapatıp, perdelerimizi örtmeleri artık mümkün olmadığına göre; onunla yüzleşmekten başka çaremiz de kalmadı artık.
“Parlamenter demokratik sistem” yalanımız da iyice çöktü. Genelkurmay, sadece hükümetlerle değil, ana ve yavru muhalefet partileriyle de açık çatışmaya giriyordu; sadece herkesin düşman bellediği partilere değil, bu yolları beraber yürüdüğü partileri de itham edebiliyordu.

Hayatın hakikati, bu derin krizin tam ortasında durmuş bize bakıyor. Bu krizden “normalleşerek” çıkma şansımız var. Esasen krizlerin böyle hayırlı sonuçlara vesile olma potansiyelleri de olduğunu, çeşitli toplumların tecrübeleri gösteriyor. Şimdi gözlerimizi bu tecrübelere dikmenin tam zamanı. Bunun için ama yeni seslere, yeni türkülere ihtiyacımız var. Oportünizmin has temsilcisi AKP’den de, savaştan başka bir dil bilmeyen ana ve yavru muhalefetten de bekleyemeyiz bunu.
Dün dünya kadınlarındı; meydanlarda onların renkleri vardı. Ama bir gün yetmez “yeni bir dil ve yeni bir dünya” için. Kadınlar, sadece yılın bir gününü değil, hayatın her anını doldurunca, “başka bir dünya” doğacaktır. Erkeklerin dünyasında “yeni bir şey yok” çünkü. Erkeklerin varoluş aracıdır savaş; barış kadınların. Kadın umuttur; umut kadında.

Francocu faşistlerin acımasızca katlettiği aşkın ve umudun narin ozanı Federico Garcia Lorca’nın “Yeni Şarkıları”nı kadınlar besteleyecek, besleyecek ve seslendirecektir:
“Gölgeye susadım ben!” dedi akşam.
Ay: “Ben yıldızlara susadım!” dedi.
Billur kaynak yalnız dudaklar ister
ve rüzgar iççekişleri
Gülüşe, kokuya susadım bense,
içlerinde ölü aşklar
olmayan aysız, zambaksız
ve yepyeni şarkılara.
Geleceğin durgun körfezlerini
allak bullak eden sabah
şarkısına. Dalga ve çamurunu
umutlarla doldurarak…