Gazeteci Faruk Eren, ‘Kayıp Bir Devrimin Hikâyesi’ isimli kitabında, 39 yıl önce İstanbul’da gözaltında zorla kaybedilen ağabeyi Hayrettin Eren’in hikâyesini anlatıyor. Bunu yaparken de Haliç’in kıyı semti Hasköy’ün 70’li yıllarına mercek tutuyor. Eren ile buluştuk ve kitabını konuştuk. Kitap aslında bir Hasköy fotoğrafını da ortaya koyuyor. Hasköy’ün dününe, bugününe değiniyorsunuz. Değişimini nasıl değerlendiriyorsunuz? Hasköy, bizim […]

Hayri’yi aradığımız gibi devrimi de arıyoruz

Gazeteci Faruk Eren, ‘Kayıp Bir Devrimin Hikâyesi’ isimli kitabında, 39 yıl önce İstanbul’da gözaltında zorla kaybedilen ağabeyi Hayrettin Eren’in hikâyesini anlatıyor. Bunu yaparken de Haliç’in kıyı semti Hasköy’ün 70’li yıllarına mercek tutuyor. Eren ile buluştuk ve kitabını konuştuk.

Kitap aslında bir Hasköy fotoğrafını da ortaya koyuyor. Hasköy’ün dününe, bugününe değiniyorsunuz. Değişimini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hasköy, bizim doğup büyüdüğümüz yer, Haliç kıyısında bir işçi mahallesi… Tabii İstanbul’un en eski semtlerinden biri, bir Yahudi mahallesi… Ben bunları hatırlamıyorum ama yapmak istediğim şey şuydu: Ağabeyimi ve ölen arkadaşlarımızı anmak istedim. Onlara bir vefa borcuydu bu. Onların nasıl bir semtte büyüdüğünü ve yaşadığını anlatmak istedim, böyle daha iyi anlaşılır diye düşündüm. Dolayısıyla ilk başta bir çocuğun gözünden, bir semti anlattım. Şimdi 45-50 yıl geçmiş üzerinden, doğal olarak semtte birçok şey değişti. En büyük dönüşüm, Haliç kenarındaki fabrikaların yok olmasıydı. Tersaneler kapatıldı, bu dönüşüm kentin de dokusunu değiştirdi.

Kitaptaki, ‘kayıp’ vurgusunu biraz da buradan okumak mümkün gibi.

Çok şey kaybettik, bir kere geçmişi kaybettik. Semtin güzelliklerinin çoğunu… Arkadaşlarımızı kaybettik. Doğrusu, “kayıp bir devrim” derken Ursula K. Le Guin’in Mülksüzler’inden etkilendim: “Devrimi satın alamazsınız, devrim yapamazsınız, devrim olursunuz ancak.” Arkadaşlarımı, ağabeyimi birer devrim olarak görüyordum. Hatta kitaptaki o cümle şöyleydi: Son yok, nasıl olsun ki? Hayri yok, devrim yok. Hayri kayıp, devrim kayıp, kayıpları aramaya devam ediyoruz. Aslında Hayri’yi aramaya devam ediyoruz ama devrimi de arıyoruz.

“Gecikmiş bir kitap” diyorsunuz. Neden 15 yıl sürdü bu kitabı hazırlamanız?

Asında bir kitap daha kaybettim ama o başka bir konu. Bilgisayarlarım çöktü üç kere. İkisinde kurtaramadık verileri ama üçüncüsünde kurtardık. Sadece bilgisayarın çökmesiyle de alakalı değildi, bitiremiyordum. Kitabı okuyan herkesin söylediği gibi, sonunda okuyan da ağlıyorsa, ben yazarken ne haldeydim, düşünün. Kaçtım yani…

Kitapta en çok dikkatimi çeken detaylardan biri de, “Kolera neden gecekondularda başladı?” yazan afişti. İmzayı hatırlamıyorum diyorsunuz ama öğrenebildiniz mi?

6o’lı yıllarda ilk kuşak gecekondular kuruldu, Hasköy’de de gecekondulaşma başladı. Eski semtlerden biridir Sağmalcılar, orada da gecekondulaşma oluyor ama altyapı yok. Bir kolera salgını yaşandı İstanbul’da, ben çok küçüktüm. Hatırlamam da yakaladıkları herkese aşı yapmalarından… Zaten bir aşı hikâyesi de anlatıyorum kitapta. Ama o afiş, beni çok etkilemişti. Sağmalcılar’ın adının Bayrampaşa olarak değiştiğini sonradan öğrendim. Kitap basıldıktan sonra afişin Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) afişi olduğunu öğrendim.

Kitapta babanızın, ağlayarak, ağabeyiniz Hayrettin Eren için, “Öldürecekler oğlumu” dediğini aktarıyorsunuz. ‘Kayıp’ olduğunu ne zaman anladınız?

Ağabeyim, 21 Kasım 1980’de gözaltına alındı. O zaman gözaltı süresi 45 gündü ama keyfi şekilde bir 45 gün daha uzatıyorlardı. Açıkçası biz üç ay kadar, bir cezaevine gönderilir diye düşündük. Kitapta da yazdığım gibi daha ilk günden babam, “Öldürecekler oğlumu” diye ağlamıştı. Aslında hepimiz hissediyorduk. Bulunduğu konum itibariyle örgütün lideri değildi ama 1978’de aranmaya başlamıştı. Tabiri caiz, polis kafayı takmıştı ağabeyime. Biz öldürebilirler diye aklımızdan geçirmiştik ama kayıp olacağını düşünmemiştik.

Anneniz için, “En güçlü duran oydu” diyorsunuz kitapta. O zamanki duygusal refleksleriniz nasıldı?

İlk zamanlarda ben aranıyordum ve bir tür direniş halindeydik. Duygusallığımızı mücadele içinde bastırabiliyorduk. Tabii yıkım, ben içeriden çıktıktan sonra oldu. Annem o koşullarda çok koşturdu, anlatmaya çalıştım. Annem, belki de gözaltında kayıplara karşı ilk mücadeleyi başlatan kadın. Biz diğer kayıp yakınlarını çok sonra bulduk. Esas bir araya gelişimiz, Hasan Ocak’ın kaybedilişiyle oldu. Orada çok sayıda kayıp yakınıyla bir araya geldik.

Kitap sayesinde öğrendim: Çok uzun bir süre ağabeyiniz için eve askerlik ve nüfus işlemleri için kâğıtlar gönderiliyor. Bu çok can yakıcı bir şey değil mi?

Çok. Bu, babam ölene kadar sürdü. 2012’de babam ölünce gaiplik kararı aldırdık, ondan sonra da bitti.

Hafızanıza hayran kaldım. Bu anları hatırlamak, sizi çok zorlamış olmalı.

Çocukluk arkadaşlarım, “Bunu nasıl hatırladın” diye soruyor. Birincisi ağabeyimin kaybolması, o hafızayı diri tutuyor. Onunla ilgili her anıyı yaşıyorsunuz. Bir de çok insanla kitap için röportajlar yaptım. Kitabın bir bölümünde, Erdal Eren’in idamını öğrenince babamın namaz kılması ve dua etmesi var. Bunu kitap bitip, yayınevine gönderince ablamlarla sohbet ederken öğrendim. Kitabı geri çekip, o bölümü ekledim. Başkalarının da katkısı var bu hafızada.

KAYIP BİR DEVRİMİN HİKAYESİ Bir Zamanlar Hasköy’de
Faruk Eren
İletişim Yayınları, 2019

Kitap bittikten sonra neler hissettiniz?

Yazmanın tedavi edici bir yanı var, ben öyle olacağını sanıyordum ama başka bir etki oldu. Ağabeyimin bir arkadaşını buldum bu kitap aracılığıyla. 78’den beri görmediğim biri.. . Bu tür karşılaşmalar duygusal olarak daha da yoruyor. Birtakım anılar anlatılıyor, siz yeni öğreniyorsunuz…

Ailenizden kitaba nasıl tepki aldınız?

Annemlerle kitap üzerine hiç konuşmadık, hüzün olduğu için… Bir abartı yok anlattıklarımda. Bazı şeyleri eksik bile yazmışımdır.

Peki kayıp yakınlarından?

Geçen cumartesi oradaydım ama konuşamadık. ‘Eline sağlık’ diyen oldu ama ben soramam, ‘Nasıl buldunuz’ diye. Maside (Ocak) kitabın taslağını görmüştü zaten O, beğendiğini söylemişti. Diğerleriyle konuşmadım, hâlâ süren bir acı olduğu için.