Mine Yıldırım "Hayvanlara yönelik şiddet TCK kapsamına tam alınmış değil ve özellikle toplumdaki yaygın ifadeyle ‘yatarı olmayan suç’ kapsamında. Şiddetin faili cezaevine girmiyor, sabıkasına ve suç kaydına işlenmiyor" diyor.

Hayvanlara şiddetin sacayakları: Denetimsizlik, cezasızlık ve şiddet dili

İlkay Öz

Türkiye’de son yıllarda artan hayvanlara şiddet vakalarını, sokak köpeklerini hedef alan söylem ve pratiklerin toplumsal-siyasal gerekçeleri ile sonuçlarını ve hayvan hakları mücadelesini Kadir Has Üniversitesi öğretim üyesi Mine Yıldırım’la konuştuk.

Hayvanlara yönelik şiddet en yakıcı gündemlerden biri. Başıboş köpek sorunu gibi sayfalar, hayvanları hedef gösteren uygulamalar, haberler, keza hayvan hakları savunucularını da hedef alan saldırılar vs. Geçtiğimiz yıllardan ne değişti de sokak hayvanları ve onlarla birarada yaşama deneyimi hedef alınır oldu ve özellikle sokak köpeklerine karşı bu kadar yoğun bir saldırı başladı? 

Türkiye’de hayvanlara yönelik şiddet son yıllarda giderek artış gösteriyor. Bunun karşısında bu şiddete karşı tepki olarak daha da kuvvetlenen bir hayvanları koruma ilişkisi de var. Ama şiddet açısından baktığımızda tekil yani tek tek insanların bir hayvana zarar verdiği suçların (fiziksel zarar, cinsel taciz, tecavüz, işkence gibi son derece ağır suçlar vs.), hayvanın fiziksel ve psikolojik bütünlüğünü yıkan suçların arttığını görüyoruz. Aynı zamanda kurumlarda işlenen (belediye barınakları, doğal yaşam koruma alanları olarak tasarlanan bakanlıklara bağlı alanlarda, kamu görevlileri eliyle işlenen suçlar vs.) suçlar da artıyor. Yani hem bireysel hem kurumsal şiddet her iki koldan artıyor. Bu şiddet artışını tespit edebiliyoruz ama nedenlerini tespit etmek tabii her zaman kolay olmayabilir. Ancak bunun Türkiye'de ne yazık ki öngörülebilen bir artış olduğunu yıllardır hayvan hakları savunucuları olarak söyledik.

Bu şiddetin iki nedeni olduğunu düşünüyorum. Bir tanesi hayvanlara şiddetin Hayvanları Koruma Kanununda da, Türk Ceza Kanununda da yeterli bir cezayla karşılık bulamamış olması. Hayvanlara yönelik şiddeti ya da insanlar arasındaki şiddeti (örneğin kadınlara yönelik şiddeti, çocuklara yönelik şiddeti, doğaya karşı işlenen suçu) cezai yaptırımdan uzak ve mahrum bıraktığınızda şiddetin artma eğiliminde olduğunu görmek şaşırtıcı olmaz. Cezasızlık her zaman şiddet döngüsünü besleyen en önemli dinamiklerden bir tanesi. Türkiye'de hayvanlara yönelik her seçim döneminde gündeme gelen “hayvanlara yönelik şiddete ceza geliyor, hapis cezası geliyor” vs. gibi haberler aslında medya eliyle büyütülen ne yazık ki bir yanılsamadan ibaret. Bugün Türkiye'de hayvan hakları kanunu yok. 2004 yılında çıkan 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu var. Bu da ne yazık ki hayvanları korumada yetersiz kalıyor. Hayvanlara yönelik şiddet Türk Ceza Kanunu kapsamına tam olarak alınmış değil ve özellikle toplumda yaygın bilinen ifadesiyle “yatarı olmayan suçlar” kapsamında. Büyük bir kısmı kabahat kapsamındaydı, buradan çıkarıldı. Ancak bu suçlara ceza alt sınırı 3 yıl olan, yani “yatarı olan” cezalar yerine, 3 yıldan aşağı cezalar verildiği için suçun karşılığı para cezası oluyor. Şiddetin faili cezaevine girmiyor, sabıkasına ve suç kaydına işlenmiyor. Dolayısıyla sonraki potansiyel suçlar için yaptırımını kaybetmiş oluyor. Yani bu şiddetin gerekçelerinden birincisi, siyaset eliyle tasarlanan bir yasal boşluk. Şiddetin ve suçun cezasız bırakılması hayvanlara yönelik ihlalleri ve  genel olarak bütün ihlalleri başlı başına arttıran bir faktör. Yani hem bireysel olarak caydırıcılıktan uzak cezalar hem kurumsal olarak da denetimsizlik ile bir araya gelen cezasızlık hayvanlara şiddeti arttıran başlıca faktör.

Mesela geçen sene kamuoyunda büyük bir infiale neden olan Konya Barınağında hayvan öldürülmesi olayı var.  

Medyanın gözü önünde gerçekleşen ve barınak çalışanının hayvanın kafasına kürekle vurarak onun ölümüne neden olduğu bu vaka barınak çalışanının görev yerinin değiştirilmesi ile  göstermelik ve hiçbir caydırıcılığı olmayan bir cezayla sonuçlandı. Asıl suçlular ve sorumluların ceza almadığını; böylesi vahim ve gözler önünde işlenen, somut delillerle, video kayıtlarıyla sabitlenmiş bir suçun bile cezasını bulmadığını görüyoruz. Bu, dediğim gibi, bireysel ve kurumsal şiddetin birinci nedeni. İkinci nedeni ise aslında birinciyle bağlantı. Türkiye'de hayvanlara yönelik şiddetin ve ihlallerin tamamı merkezi iktidar eliyle örgütlenen bir söylemin topluma sirayet etmesiyle oluyor. İki sene önce Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın sokakta köpeklerin olmayacağını, başıboş köpeklerin toplatılacağını söylemesi ve medya eliyle bu söylemin köpürtülmesiyle başlayan sürecin aslında yıkıcı sonuçlarını görüyoruz. Bunun üzerine, sizin de bahsettiğiniz Havrita gibi uygulamalar, Güvenli Sokaklar Derneği gibi köpekleri sanki sokakları güvensiz ve herkes için tehlikeli kılan, bir tür tehlikeli hastalık taşıyıcısı gibi gösteren ve neredeyse bütün kamunun düzenini bozan, Türkiye'deki diğer sorunların temel müsebbibi gibi sunan bir söylemin giderek yükseldiğini gördük. Bu derneklerin ve bu tip söylemlerin tamamının belirli bir tarihsel kesitte ortaya çıktığının altını çizmek gerekiyor. Yani toplumda bir karşılığı olan bir sivil toplum hareketi gibi değil, bir projeler silsilesi olarak ortaya çıktığını görebiliyoruz ve bunlar iktidara yakın medya tarafından son derece teşvik edilerek varlığını sürdürüyor. Yani bu uygulamalar ve bu dernekler, iktidar eliyle yaygınlaştırılan bir söylemin kurumsallaşmış halidir ve bir işlevleri var. Bunların toplumdaki işlevleri de yalnızca şiddeti körüklemek değil aynı zamanda Türkiye’de gelenekten, tarihten ve kültürden gelen bu sokakta yaşayan hayvanlara bakma pratiklerinin karşısında örgütlenmiş bir şiddet dilini yaygınlaştırmak. 

 Toplumdaki bu şiddet dilinin hepsinin, anaakım medyanın ve bazen de maalesef muhalif medyanın özensiz haberleriyle (hayvanları “başıboş olarak” nitelendirmek gibi), iktidar eliyle üretilen söylemler olduğunun altını çizmemiz gerekiyor. “Başıboşluk”, “sahipsizlik”, “orman köpeği” (sanki ormanda yaşayan endemik bir köpek türü varmış gibi) vs. bu tip tehlikeli söylemlerin aslında şiddete tüm kapılarını açan, kolaylaştıran ve toplumda yaygınlaştıran bir işlevi olduğunu hatırlamalıyız. Tamamen merkezi iktidar eliyle örgütlenen bir dilin önce kurumsal olarak bütün belediyelerde, bütün toplumda, daha sonra medya aracılığıyla özellikle kentlerde yaşayan insanlar tarafından kullanıldığını ve yaygınlaştırıldığını, bu tür bir yaklaşımın ve anlayışın maalesef yerleştirildiğini görüyoruz. Böylece şiddetin temel toplumsal tabanı oluşuyor. Ama bu doğal yollarla gerçekleşmiyor. Yani bir meselenin bir toplumsal tabanı vardır, insanların yaşamında bir gerçekliği vardır. Örneğin ekonomik krizin, artan yoksulluğun, işsizliğin, intihar oranlarının vs.  bir gerçekliği var. Bunlar Türkiye'nin çok gerçek meseleleri. Ancak “başıboş köpek” sorunu yaygın olarak kabul edilen bir toplumsal talep değil, iktidar eliyle üretilen bir söylemdir. 

Üretilen “başıboş köpek” sorununun ekonomik krizin, barınma krizinin, intihar vakalarının, kadına şiddetin, çoklu krizlerin üzerini örtme, hedef şaşırtma gibi bir işlevi var diyebilir miyiz?
 
Elbette böyle bir işlevi var. Toplumda biriken öfkenin, çaresizlik duygularının iktidara yönelebilecek haklı tepkilerin yönünü değiştirme etkisi var. Ama bunu söylerken çok dikkatli olmamız gerekiyor. Hayvanlara yönelik şiddet yalnızca bir hedef şaşırtma, bir gündemi bulandırma ve asıl sorunları görünmez kılmaya indirgenemeyecek bir mesele. Çünkü böyle bir yaklaşımla hayvana şiddet meselesini sanki ikincil ve yıkıcı bir önemi yok olmayan bir meseleymiş gibi değerlendirmiş oluruz. Ama Türkiye'de temelde yatan pek çok sorun yerine, yani çocukların başına gelen cinsel tacizden beslenme sorunlarına, barınma sorunlarına, eğitim hayatı boyunca yaşadığı zorluklara, kız çocuklarının okula gidememesi, okula giden çocukların ise sağlıklı bir şekilde beslenememesine kadar bir dizi sorun yerine, bizim konuştuğumuz sabah okula giden çocuklara saldıran köpekler. Böyle problemler de var. Ama bizim konuşmadığımız tek şey niçin bu kadar belediye ve yerel yönetimin, kamu otoritesinin işini yapmadığı. Niçin bir toplumda bu denli aşısız, kısırlaştırılmamış hayvan var? Örneğin bunu konuşmuyoruz. Niçin bir ülkede hala 2023 yılında kuduz denen bir meseleyi konuşuyoruz? Kuduzun nasıl ortaya çıktığını, kuduzun ortaya çıkmasında yaban hayatına temas edecek halde bırakılan, terk edilen sokak köpeklerini konuşmuyoruz. Kuduz olan hayvanların neden aşılı olduğu halde kudurduğunu, bu hayvanlara aşı uygulamakla yükümlü bakanlığın işini niçin yapmadığını konuşmuyoruz. Kuduz şüphesiyle ısırılan bir kişinin hastaneye gittiğinde 5 doz olduğu aşıya rağmen niçin hastalığa maruz kaldığını ve vefat ettiğini konuşmuyoruz. Buradaki yetkilileri, bakanlık yetkililerini denetimsizliği konuşmak yerine biz sonuca bakıyoruz. Ve kuduz bir köpek görseliyle birlikte medyaya servis edilen bu şiddet-korku atmosferinin içine düşmüş oluyoruz ve böylece tek sorumlu ve suçlu olarak sokak köpeklerini görüyoruz. Problemler silsilesi çok büyük. Farklı kesitlerde bakarak ele almak gerekir. Ama hepsinde ortak nokta, buradaki ilgili kamu otoritesinin kendi alanında işini yapmaması, denetimden uzak bırakması ve bütün süreci bu tip problemlere açık hale getirmesi. Konuşmamız gereken buyken, biz aslında bütün bu süreç sonunda ölen, işkenceyle öldürülen, barınağa kapatılan, tecrit edilen, tecavüz edilen hayvanlar suçluymuş gibi konuşuyoruz. Bu en hafif ifadesiyle yanlış; bilimsel olarak yanlış, toplumsal yanlış. Keza bu, politik olarak da skandal bir eğilimi gösteriyor. Aslında Türkiye'de yaşayan herkes adına bu yanlışı düzeltmemiz gerekiyor. Bunun merkezi iktidar tarafından kasti olarak üretilen bir algı ve perspektif bozukluğu olduğuna inanıyorum.

“Başıboş köpeklerin” sokaklardan toplanması ve barınaklara kapatılması meselesi haricinde yine doğal yaşamda varlığını sürdüren hayvanların avlanma izinleri ile öldürülmesi, sudaki canlıların büyük akvaryumlara, yunus parklarına kapatılması, hayvanat bahçelerine hayvanların hapsedilmesi devam ediyor. Sokakların hayvansızlaştırılmasıyla bu diğer hayvanların hapsedilmeleri ve öldürülmeleri bağlantılı mı?

 Kesinlikle bağlantılı. Yaşadığımız dünyada, bu ileri kapitalizmde ve neoliberal düzende hayvan olmak hakikaten zor. Hayvanların yaşadığı çoklu şiddet ve yıkım meseleleri var. Sokak köpeklerinin yaşadıklarına eşlik eden, sizin de işaret ettiğiniz gibi yaban hayatının yıkımı. Belli bir yaban hayatının olmadığı hiçbir toplumsal düzende, hiçbir coğrafyada insan sağlığının korunması imkansız. Türkiye'de yaban hayatını korumak için geliştirdiğimiz uygulama, avlak tanımlanması, avlak genişletilmesi ve av ihalelerinin devlet eliyle örgütlenmesi. Bugün Türkiye'de devlet yaban hayvan öldürebilmek için ihaleye çıkıyor. Bu hem bireysel silahlanma olarak hem de av turizmi adı altında doğal yaşamın aslında sermayeye ve kazanca çevrilmesi. Binlerce yaban hayvanının, endemik türün, bir kısmı nesli tehlike altında olan hayvan listesinde olan hayvanın yaşamının yok edilmesi anlamına geliyor.  Aynı zamanda işaret ettiğiniz gibi yunus parklarında ölen hayvanları biliyoruz. Denizlerde özgürce yaşayan hayvanların kapatılarak öldürüldüğü, eğlence ve turizm sektöründe ölesiye çalıştırıldığı bu eğlence parklarını biliyoruz. Yunus parkları, akvaryumlar, tema parkları, hayvanat bahçeleri vs. bunun içerisinde.  Bir dolu mekanda ve pratik içerisinde hayvanları yok ediyoruz. Hayvanları öldürmek için harcanan kaynaklar ve sermaye artışı için kullanılan kamu kaynakları hayvanları yaşatmak için kullanılmıyor. Türkiye'de yaban hayvanlarının haklarına dair gördüğümüz en gelişkin kanun Kara Avcılığı Kanunu. Bu inanılmaz bir ironi ve inanılmaz acı bir gerçeğimiz. Yani biz bu hayvanların haklarını korumak yerine, avcılık kanunu altında nasıl daha iyi ve verimli avlanacaklarını düzenliyoruz. Bütün bu kanundaki problemlerin arkasında bir iktisadi politik eğilim ve birikim süreçleri olduğunu düşünmemiz gerekiyor.

Sokak köpeklerine yönelik sorunda süreç yerel yönetimlerin sorumluluğuna indirgeniyor. Orada da barınaklara işaret ediliyor genelde. Merkezi yönetimin yapabilecekleri nelerdir? 

Burada devletin hayvanların korunması için atması gereken adımlar var. Belediyeler sokakta yaşayan hayvanların kanundaki koruyucusu ve hamisi. 5199 sayılı o son derece kısıtlı olan kanunda bile belediyelerin hakları, yetkileri ve yetkilerinin sınırları net bir şekilde tanımlanmıştır. Bu kanundaki en önemli madde olan altıncı madde, Türkiye'deki sokak hayvanlarının yaşamını düzenlemek ve korumak için bize yeterli bir çerçeveyi sunar. Aslında o da şudur: Bir yerel yönetim, eğer bir veteriner hizmetleri müdürlüğü varsa, bir veteriner hekim eşliğinde bir hayvanı yaşam alanından alabilir ama ancak ve ancak tıbbi müdahale gerekçesiyle. Yani hayvanın yaşamını tehdit eden bir müdahale gerektiriyorsa, bir hayvanı kısırlaştırmak, aşılamak için alabilir ve yine ancak ve ancak yaşam alanını geri bırakmak şartıyla. Bu da belediyelerin yetkilerinin, sınırlarının net bir şekilde tanımıdır. Belediyelerin bu süreçte sürekli öne çıkmasının nedeni, Türkiye'de birkaç istisna dışında hiçbir belediye ve yerel yönetimin hayvanı hangi mahalleden aldığına, ne gerekçeyle aldığına dair bir kayıt ya da bir envanter sistemi oluşturmaması. Bu kayıtlar varsa bile kamuya açık, erişilebilir ve dolayısıyla denetlenebilir değil. Birkaç istisna dışında hiçbir belediye hayvanı aldığı yaşam alanına bırakmıyor. Nerede kolaysa, nerede hayvanı daha görünmez ve gözden uzak kılabilecek ise oraya, örneğin şehir dışındaki ormanlık alanlara, terk ediyor. Belediyelerin sürekli bu alanda gündeme gelmesinin temel nedeni kanunen sorumluluklarını yerine getirmiyor olması. Ama sizin sorduğunuz soruda önemli bir nokta daha var elbette; buradaki temel mesele yalnızca belediyeler değil. Denetleyen kurumların yetersiz olması. Denetimsizlik. Mesela barınak adı verilen, aslında hayvanları tecrit etmek için kurulan mekanlar bu yasa ve yasadaki boşluklar nedeniyle, yasada geçici bakımevi olarak geçmesine rağmen kalıcı tecrit merkezi olarak kullanılıyor. Kanunda bu mekanlar bakanlık tarafından tasarlanmış hayvan hastaneleri olması gerekirken bu hastaneler uygulamaya koyulmuyor.

Burada bakanlığın doğrudan sorumluluğunun da görünmez kılındığı bir süreç görüyoruz. Hayvanların, özellikle kentlerde yaşayan ve tıbbi ihtiyaçları olan hayvanların temel sağlık hizmet de alabileceği bu sistemler kurulmuyor, aşılama yapılmıyor;a kentlerde ve kırsal alanda aşılama yapılmadığında da karşımıza zoonoz hastalıklar, kuduz başta olmak üzere pek çok problem ortaya çıkıyor. Burada il, ilçe, kent ve kır özelinde bütün merkezi idari birimlerdeki yetkililerin, yöneticilerin, kamu otoritesinin temel sorumlulukları yerine getirmediği karmaşık bir tabloyla karşı karşıyız. Yalnızca belediye değil, hayvan hastanesinin oluşturulması önündeki bakanlık ve hükümet tarafından konulan engeller; aşılama ve yaygın kısırlaştırma yapılmıyor olması gibi sorumluluklardan bahsediyoruz. Burada da yeniden bakanlıkların rolünün ortaya çıktığını görüyoruz. Örneğin kentlerde yaşayan hayvanların Sağlık Bakanlığının kapsamına alınmaması, Tarım Orman Bakanlığı kapsamında bırakılması dolayısıyla yaban hayatını tehdit eden bir problem gibi ele alınmaları. Örneğin yerel yönetimler eliyle yaratılan yabana ve ormanlara sokak hayvanlarının terk edilmesi probleminin geri dönüp yeniden hayvanları suçlayan bir süreç olarak ele alınması... Bunlar gibi pek çok alanda idari kurumlar ve idari birimler işini yapmıyor ama, tekrar ediyorum, basitçe bir ihlalden söz etmiyoruz. Yani bir köpek bir insanı ısırdığında da hesap sormamız gereken, hesap vermek zorunda olan birincil kurum belediye ve yerel yönetimler. Evet ancak bu mesele, bununla da sınırlı değil. Her durumda insan hayvan ilişkisinde hesap verebilir olması gereken, şeffaf, denetlenebilir olması gereken ve kanuna bağlı olarak hareket etmesi gereken, görevi kötüye kullanma, ihmal gibi sorunların önüne geçmesi gereken kurumlar da bakanlıklar. Adalet Bakanlığının hayvanlara yönelik şiddetin cezalandırılması için devreye girmesi gerekiyor. Tarım Orman Bakanlığı, Çevre Şehircilik Bakanlığında böyle çoklu bir idari sistemin oluşturulması gerekiyor. Böylece biz sadece olan bitenin tek suçlusu olarak hayvanları cezalandırmayıp hayvanların başına gelen şiddet problemlerini bir toplumsal mesele, politik bir mesele olarak ele alıp şiddeti cezasızlıktan çıkaralım ve bir tür cezayla karşılığını verebilelim. Hayvanlara yönelik şiddeti temel bir adalet sorunu olarak, temel bir yaşam hakkı, birarada yaşam kültürünün korunması ve bu birarada yaşamın ihlali sorunu olarak ele almamız gerekiyor. Burada da kamu otoritesine düşen çok fazla sorumluluk var. Hayvanların kitlesel halde tecrit edilmesinin önünün açıldığı bir Türkiye'de bütün kamu otoritesinin, bütün temsilcilerinin sorumlu kılınmaları ve hesap vermeleri gerekiyor. Toplumsal olarak bunun tepkileri gayet yüksek. Toplumda ne kadar iktidar eliyle, yandaş medya eliyle köpürtülse de hayvana yönelik şiddet yaygınlaşmış değil.  Ama devletin en yetkili kurumları tarafından bu ilişki sarsıldığı anda hayvanların sanki bir kişinin ağzından çıkan, örneğin cumhurbaşkanının ağzından çıkan bir emirle toplatılabileceği gibi bir çılgınlık yaratıldığında bütün topluma bunun gerçekleştirilebilir olduğunu söylemiş oluyorsunuz aslında ve problem burada başlıyor. 

Sokakta yaşayan hayvanlar, kültürel ve tarihsel olarak hem kentte hem kırda mahallenin, topluluğun bir sakini, bir birleşeni.  Biz bir komşuluk ilişkisi içerisinde yaşıyoruz. Komşunuzu da sevmek zorunda değilsiniz ama onu derdest ettirip hapse atmaya, şehirden göndermeye hakkınız yoktur. Hakları ve özgürlükleri yeniden düşünmemiz gereken bir süreç bu. Ve her hak ihlalinde hem denetimi gerçekleştirmeyen hem de hak ihlaline neden olan, bunu meşru kılıp teşvik eden ve şiddet dilini körükleyen bütün kamu otoritesinin hesap vermesi gerekiyor. Ve adres belli; belediye, bakanlıklar, Tarım Orman Müdürlükleri, Sağlık Bakanlığı, Adalet Bakanlığı vs. Bütün bir kurumsal yapısıyla birlikte aslında kamu otoritesinden bahsediyoruz. Hayvanların yaşamı, devletin varlığı ve yokluğuyla; devletin kamu otoritesi aracılığıyla toplumda yaratmak istediği düzenle, adalet duygumuza ve birarada yaşam pratiklerimize saldırıp saldırmaması ve bizim de birarada yaşamı, toplumsal huzur ve barışı, adalet hissini koruyup korumamızla yakından ilişkili. Anaakım medyada hayvanları canavar olarak gösteren propagandayı gördüğümüzde bunun nedenini sorgulamalıyız ve bunu geri püskürtmeliyiz. Bu, yalnızca hayvanseverlikle ilgili bir mesele değil tamamen toplumdaki adalet, barış ve birarada yaşam duygusuyla ilgili bir mesele. Dolayısıyla bu toplumda yaşayan herkesin bu şiddete karşı mücadele etmesi gerekir.

Peki hayvanları hedef alan bu pratik ve söylemler karşısında Türkiye’de hayvan hakları mücadelesi ne durumda?

Türkiye'de bu sorunların hepsiyle aynı anda mücadele eden bir hayvan hakları savunuculuğu var. İktidarın 4 5 koldan hayvanlara karşı yürüttüğü saldırılarla karşı karşıyız. Ve bu bir hak mücadelesi, kıran kırana bir mücadele. Türkiye'de hayvan hakları savunuculuğu çağını yakalamış ve iktidarın saldırılarına anında refleks üretebilen, son derece özgür, önemli ve kuvvetli bir hak mücadelesi. Ama böyle çok yönlü saldırılara karşı hayvanları korumanın giderek zorlaştığı bir dönemden geçiyoruz. 

Hayvanları korumaya, yaşatmaya yönelik her zaman olduğundan daha fazla yaygın, kuvvetli ve örgütlü çalışmalar var. Biz bu konuda en büyük sınavı aslında 6 Şubat Depremlerinde verdik. İnsan hayvan yaşamının bu kadar kırılgan olduğu, yüzbinleri kaybettiğimiz bu afette biz Dört Ayaklı Şehir olarak hayvanları enkazdan kurtarma, koruma ve yaşatma mücadelesi veriyoruz. Yüzlerce hayvanı doğrudan enkazdan da çıkardık, yaşatmak için tedavilerini de sağladık. Tamamen devlet eliyle yapılması gereken şeyi devletin yokluğunda yapan insanlar var. Elbette çalışmalarımız parçalı oluyor ve yeterli olmayabiliyor. Bunlar kamu otoritesini gerektiren alanlar. Sadece kedi köpek gibi küçük hayvanları değil büyükbaş hayvanları da korumak için kamu otoritesi gerekiyor. Ama 6 Şubattan beri hayvanları kurtarmak ve yaşatmak için verdiğimiz mücadelenin bize öğrettiği inanılmaz bir toplumsal duyarlılık ve sivil inisiyatif var. İktidar eliyle türetilen şiddet diline rağmen hayvanları korumaya dair muazzam bir gündelik ve siyasi pratiklerin üzerinde hareket edebiliyoruz. Bu da gözümüz gibi bakmamız gereken bir politik gerçeklik aslında.

Cumhurbaşkanının açıklamasıyla birlikte bakanlıkta kurulduğu iddia edilen “başıboş köpek komisyonu” yani toplama ve itlaf komisyonlarına karşı Türkiye’nin dört bir yanında yükselen tepkiler ve eylemler var. İstanbul’da da 8 Ekim Pazar günü yapılmasını planladığımız hayvan hakları mitingi valiliğin güvenlik gerekçesiyle bir hafta sonraya ertelendi. 15 Ekim Pazar günü İstanbul’da Türkiye’nin bütün illerinden katılımcıların olacağı bir eylem gerçekleştireceğiz. Bu yalnızca hayvanseverlerin değil toplumdaki bu gidişata dur demek isteyen herkesin katılmasını istediğimiz bir eylem.