Bugünkü haliyle iktisat bilimi, kapitalist sömürü düzeninin akademideki ayağı olduğundan, gerçeği yansıtmayan ideolojik palavralarla doludur

Her arz kendi talebini yaratmaz!

Öğrencilerim bilirler, heterodoks iktisatçılar için iktisat dersi anlatmak hem eğlencelidir hem de zulüm… Zulümdür çünkü ana-akım literatürün yarısından fazlası fındık kabuğunu doldurmayan ve yaşadığımız hayat adına hiçbir şey ifade etmeyen saçmalıklardan ibaret olduğundan bu dersler, hem öğrenciler hem de benim için, müthiş bir vakit kaybıdır.

Diğer yandan eğlencelidir çünkü liberalizm tokatlanması gereken bir ideolojidir, bu da en kolay iktisat derslerinde yapılır.
Geçenlerde ekşi’de “en basit ekonomi bilgisi” başlığında en çok beğenilen, en çok oylanan ve en çok tekrar eden girdilerden birinin “Her arz kendi talebini yaratır” söylencesi, nam-ı diğer “Say yasası,” olduğunu gördüm. Bugünkü haliyle iktisat bilimi, kapitalist sömürü düzeninin akademideki ayağı olduğundan, gerçeği yansıtmayan ideolojik palavralarla doludur. Meslektaşımız ve Yunanistan’ın Eski Maliye Bakanı Yanis Varoufakis, iktisat ders kitapları için “Her bir parlak sayfada, her bir mükemmel grafiğin arkasında, kırılgan ve çoğu zaman karanlık, bazı fikirler yeni başlayan öğrencilerin gözünden saklanır” der. Gerçekten de, yol gösteren yoksa, birinci sınıf öğrencilerinin bilimsel bilgi ile bilimsel gibi gözüken ideolojik bilgiyi birbirinden ayırt etmesi zordur.

Mahreçler kanunu
Fransız burjuva iktisatçılardan Jean-Baptiste Say, Türkiye’de Liber Plus yayınevinden “Politik Ekonomi İlmihali” başlığı ve din kitaplarını (!) andıran bir kapakla çıkan, “Traite d’economie politique” kitabında serbest piyasaların işleyişine dair iddialı bir önermede bulunur. Say’a göre toplam arz her zaman toplam talebe eşit olacaktır. Çünkü üretim, nihayetinde, tüketim için yapılır. Kâr ve fayda maksimizasyonu düsturuyla hareket eden aktörlerin oluşturduğu kapitalist ekonomilerde hiçbir zaman atıl sermaye olmaz. Herkes rasyonel olduğundan bireyler sistematik bir şekilde hata yapmazlar. Kimse satmayacağı ya da tüketmeyeceği malı üretmez. “Tesadüfi” bir şekilde fazladan üretim yapılmışsa fiyatlar düşer, stoklar eritilir. Az üretim (fazla talep) varsa da fiyatlar yükselir ve denge noktasına gelinir.

Sözüm ona bu yasanın bir alt katmanına inecek olursak; J. B. Say, malların üretiminde kullanılan faktörlere (girdilere) yapılan, ödemelerin toplamda üretilen malları alacak kadar alım gücü yarattığını söyler. Misal, tek bir malın üretildiği bir ekonomi farz edelim. Fabrikanın arazisi için mülk sahibine kira ödeniyor, işçilere maaş veriliyor, sermayedara da faiz ödemesi yapılıyor. Bu ödemeleri alanlar da dönüp üretilen malları satın alıyor. Yapılan arz böylece kendi talebini yaratmış oluyor.

Say’a göre bu “yasa,” her piyasa için aynı anda sağlanmak zorunda değildir. Yani bazı sektörlerde arz fazlası pekâlâ olabilir. Ama bu sektörlerdeki eksik talep başka sektörlere fazla talep olarak yansıyacağı için nette toplam arz toplam talebe eşit olmalıdır. Bu hikâyeden çıkan kritik sonuç ise kapitalizmde fazla üretimden kaynaklı kriz ve buhranların olmayacağıdır. Serbest piyasa ekonomileri kaynakları her zaman, otomatik olarak, verimli tahsis ettiğinden, belki sektörel ve geçici dengesizlikler olabilir ama, “genel bolluk” yaşanmaz. Hesapta…

İktisadî düşünce tarihinin önemi
Öncelikle şunu söyleyelim, her arzın kendi talebini yarattığı kâğıt üzerinde belli varsayımlar altında geçerli olan, kapitalizmin gerçek işleyişini hiçbir şekilde açıklamayan bir önermedir. Hem Marx’ın hem de Keynes’in başlangıç noktaları zaten Say söylencesinin eleştirisidir. Bugün yaşadığımız ekonomik krizler, Say yasasının tutmuyor olmadığının ispatı niteliğindedir. Eğer toplam arz her zaman toplam talebe eşit olsaydı kapitalizmin en önemli sorunların biri çözülmüş olurdu.

Say söylencesi, neo-klasik iktisatta, yatırımların ve tasarrufların ödünç verilebilir fonlar piyasasında dengelendiği masalıyla anlatılır (bkz. market for loanable funds ve I = S). Oysa kapitalizm sistemik bir şekilde toplam talep ile toplam arz arasında bir makas yaratır. Çünkü kapitalistlerin (yüzde 1) maksadı, işçilerin (yüzde 99) reel ücretlerini düşük tutmak suretiyle kârlarını arttırmaktır. Bölüşüm gerçekleşirken işçilere söz verilen maaşları ödenir (pre-determined). Vergileri de düştükten sonra gerisi kapitaliste kâr kalır. Toplam artığın az sayıda sermayedarın elinde yoğunlaşması makro ölçekte yetersiz efektif talebe sebep olur.

Üretilen malları satın alacak işçi kitleleri, düşük ücretlerden ötürü, bu üretim fazlasına talep gösteremez. Haddinden fazla serveti olan kapitalistler de bu fazlayı 1) Tüketerek erit(e)mez çünkü, misal, 4000 tane kot pantolon veya 350 tane spor araba almanın bir manası yoktur, 2) tamamını yatırıma dönüştür(e)mez (I < S) çünkü gelir dağılımı makası açıldıkça bir noktadan sonra kârın realize olma ihtimali azalır. Bu artığın bir kısmı üretken olmayan finans faaliyetlerine yatırılır, bir kısmıysa istiflenir (hoarding). Yani yetersiz toplam talep kapitalizm için kronik bir durumdur. Tam istihdam, yani kaynakların tam kullanımı durumu, sistemin normali değil bir istisnasıdır; bir sonuç değil yanlış bir varsayımdır.
Say’ın sözde yasası, aslında, serbest piyasa kapitalizminin istikrarlı ve kriz üretmeyen bir üretim biçimi olduğunu tahtada anlatmak için kullanılan bir üç kâğıt. Öğrenciler, dayatılan müfredat gereği, modellerin teknik detaylarında boğulduklarından kavramların temellerine inemiyorlar. Üniversitede ezberletilen yalanlar, artık iyiden iyiye bilgi çöplüğüne dönen sosyal medyada maalesef “en basit ekonomik bilgi” olarak herkese yayılıyor. Bundan ötürü, iktisat bölümlerinde marjinalize edilen, iktisadi düşünce tarihi ve ekonomi politik dersleri entelektüel bir macera değil, doğru iktisatla yanlış iktisadı ayırt etmek için olmazsa olmaz derslerdir. Zira neo-klasik iktisat eğitimi bir farstır; en basit ekonomi bilgisiyse para-çokomel eğrisidir.