Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nin birinci katının duvarları, pencereleri, pervazları, mutfak köşesinin tezgâhı, elektrik düğmelerinin, prizlerin etrafı Nâzım Hikmet Richard Dikbaş’ın çizimleriyle dolu.

“Herkes heyecanlanır sanmıştım”

Ece Vitrinel - Doç. Dr.

Nâzım Hikmet Richard Dikbaş’ın Herkes Heyecanlanır Sanmıştım adlı altıncı kişisel sergisi 12 Ocak - 16 Şubat tarihleri arasında Kıraathane’de, benim gözlemlerime göre, azımsanmayacak kadar çok sayıda insanı heyecanlandırdı.  

Âdettendir (ve kolaylıktan), bu yazıya giriş için sergideki çizimlerden bir cümle seçmeye çalışıyorum. Fakat duvarlara asılı tüm karakterlerin ağzından çıkan cümlelerin her biri, bir yazıyı açmaya o kadar uygun ki ne yapacağımı şaşırıyorum (ve elbette bu yazıyı yazmayı erteliyorum).

Buraya gelmeden Meşher’den, Göz Alabildiğine İstanbul: Beş Asırdan Manzaralar sergisinden çıkmışım. İstanbul’da doğdum, İstanbul’da büyüdüm, muhtemelen İstanbul depreminde ölürüm diye düşünüyorum. O anda olmazsa, sonrasında kahırdan... Ve sergiye adımımı atar atmaz ilk o işle göz göze geliyorum: “İstanbul’un güzel bir yerinde derin bir depresyon geçiriyorum.” Üstelik günlerden 3 Şubat. Tüm ülkenin üzerimize çöktüğü 6 Şubat depremlerinin birinci yıldönümüne üç gün kalmış. O gün Hatay’da konuşan siyasi iktidar sahibinin “gücümüz, imkânımız vardı ama siyasi tercihi sebebiyle bu şehri ‘mahzun’ bıraktık” anlamına gelen sözleri kanımı dondurmuş. Duvarlardan birinin köşesinde bir minik rica ilişiyor gözüme: “Çok rica etsem siyasal iktidarı bize devredebilir misiniz?”  

Herkes Heyecanlanır Sanmıştım sergisine giren herkes kendi ruh haline uygun bir başlangıç noktası, bir çıkış cümlesi bulmuştur eminim ki. Neticede ben bu yazı için daha az kişisel, daha kapsayıcı bir cümlede karar kılıyor, “Duvarlara resim asmayışınızın özel bir sebebi var mı?” sorusundan yola çıkarak, “Duvarlara bu kadar çok resim asışınızın özel bir sebebi var mı Nâzım Bey?” sorusunu seçmekte kendimle uzlaşıyorum.  

“Bu resimler duygu yüklü nesnelerdir” 

Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nin birinci katının duvarları, pencereleri, pervazları, mutfak köşesinin tezgâhı, elektrik düğmelerinin, prizlerin etrafı Nâzım Hikmet Richard Dikbaş’ın çizimleriyle dolu. Türlü çeşit kâğıt parçasını mesken tutan, Dikbaş’ın sergi kapsamında “tekli” olarak adlandırdığı bu portreleri duvarlara asmak 4 gün sürmüş. Asarken tam saymamışlar ama sergide 1.000 civarı iş olduğunu söylüyorlar. Meslekler, sanat yapmak, baskı, denetim, yaşlanmak, rüyalar, umut gibi bazı temalar çok sayıda işte kendilerini gösterse de içinde kaldığımız pek çok farklı durum üzerine tek tek diyaloğa girebileceğiniz karakterler bunlar. Yine bir karakterin dediği gibi, bu resimler “duygu yüklü nesneler”.  

Her teklinin fotoğrafını çekip, favoriler klasörüme kaydedip yeri geldikçe eşe dosta göndermek, cevapları yapıştırmak istiyorum. Önümüzde nasıl bir süreç olduğunu sorana “Önümüzde bir süreç olup olmadığı önümüzdeki süreçte belli olacak”, burcumu merak edene “(Sizin) burcunuz nasıl?”, gidişat hakkında fikrimi sorana “Siyasal analiz yapamıyorum”... Emojiler yüzünden giderek daha da daralan kendimi anlatma yeteneğimden, birkaç figürün içine sıkışan ifade hakkımdan tamamen feragat etmek, sözü Dikbaş’ın karakterlerine bırakmak geçiyor içimden. Gerçekten bu çizimlerin hepsi taranıp kopyalanarak, yeniden üretilip sınırsız paylaşılarak nadide bir internet “meme”ine dönüşebilirler. Ama bu halleriyle, elle çizilmiş, harf harf işlenmiş, yer yer boyanmış, tek tek duvara iliştirilmiş olarak biricikler.  

“Küçük tatsızlıkları anlatan skeçler" 

Walter J. Ong’un Sözlü ve Yazılı Kültür: Sözün Teknolojileşmesi’nde (1982) “tüm şiddetiyle kelimeleri görsel boyuta hapsettiğini” söylediği yazının, harflerin güncel sanatta kullanımı karşımıza nadir çıkan bir durum değil. Türkiye’den aklıma ilk gelen yakın tarihli işler: Komet’in “Kahrolson Edison” neonu (2020); Memed Erdener’in Ütopik Bürokratik (2021) serisindeki nefis sacdan tabelaları (misal “ibne olacağım korkusundan toplumu kurtarma dairesi”); Esra Gülmen’in galerilerde, Hikmeti Tabiyeci’nin (Onur Bolat) sokaklarda ses getiren afişleri, aforizmaları; hatta Handan Börüteçene’nin Bana Kendini Getir yerleştirmesine eşlik eden şiiri; yakın zamanda kaybettiğimiz sanatçı, akademisyen Gülçin Aksoy’ın “ABLA”, “AABİ” dokumaları ve tüm yüküyle aile bileşenlerini parantezine aldığı ışıklı “A” harfi (2017)...  

Nâzım Dikbaş’ın işleri ise çizgi ile edebiyatın kesişiminde duruyorlar. Sanatçının çevirmen kimliği ön sahaya dili sürerken, Hayvan dergisindeki çizerlik geçmişi de karikatürün ifade biçimini sahipleniyor. Fakat Erdil Yaşaroğlu’nun devleştirdiği figürlerin aksine Dikbaş’ın küçük not kâğıtlarından bize seslenen karakterleri mikro hikâyeler anlatıyorlar. Kıraathane’nin sergiye ev sahipliği yapan ikinci odasında bu hikâyelerden bazıları, Emrah Ablak’ın çizgi videolarını andıran bir biçimde, sanatçının sesi ve sayfaları çeviren eliyle manuel bir kurgu eşliğinde dile geliyorlar. “Hayatın küçük tatsızlıklarını anlatan skeçler” bunlar. 

“Kıyametten beklentileriniz nedir?” 

Bir işinde “Kelimeleri başka, görüntüleri başka, hisleri başka hatırlıyoruz...” diyor Nâzım Dikbaş ve görüntülerle kelimeleri birleştirip bir his öneriyor bize. Herkes Heyecanlanır Sanmıştım sergisindeki resimlerin, sözlerin, çizgi hikâyelerin hepsi birleşip toplamda da bir his oluşturuyorlar adeta. Pek çok trajedi, trajikomedi barındıran ama “alışmaya alışmaya alışmak” istemeyen, umutsuzluğa direnen de bir sergi bu.  

Cümlelerini tırnak içinde kullana kullana neredeyse Nâzım Hikmet Richard Dikbaş’ın kendisine yazdırmış olduğum bu yazının giriş sorusunu ise ben cevaplamaya çalışacağım. Pek çok toplumsal davanın tanığı, kimi zaman sanığı ve her daim destekçisi olarak Dikbaş’ın duvara neden bu kadar çok resim astığı belli. Kıraathane’nin duvarları gibi biz de ağzımıza kadar, ayak parmaklarımızdan saç diplerimize dek doluyuz ama kendimizi ifade edebileceğimiz kelimelerimiz var. Olanca kıvraklığı, oyunbazlığı ile dilimiz. Elimiz farklı biçimde de kalem tutuyorsa eğer, çizgilerimiz. Bir de ne hikmetse halen tam olarak tüketemediğimiz umudumuz ve içinde bulunduğumuz koşullar düşünüldüğünde yer yer yersiz kaçan bir heyecanımız var. Çünkü Dikbaş’ın Kıyamet Alametleri hikâyesindeki gibi, bu yaşadıklarımız “evet, kıyamet, ama tam kopmuyor”. Biz, bu bir türlü tam da kopamayan kıyametin ortasında son kalan umudumuzla hâlâ “tüm haklarımızı alacağımız yere gitmek” istiyor, heyecanla “Kıyametten beklentileriniz nedir?” formlarını dolduruyoruz.  

Sahi umut demişken, “Bu sene uzaylıların geldiği sene olur mu?...” Bakın yine heyecanlandım şimdi...