Geçen hafta eksik yazmışız: Polis zulmünün fotografından dolayı teröre destekten tutuklanıp yargılanan, sadece fotoğrafı çekilen çocuk (Cüneyt Ertuş) değil

Geçen hafta eksik yazmışız: Polis zulmünün fotografından dolayı teröre destekten tutuklanıp yargılanan, sadece fotoğrafı çekilen çocuk (Cüneyt Ertuş) değil, fotografı çeken gazeteci, DİHA’dan Hamdiye Çiftçi; kendisi hâlâ içeride; Tutuklu Gazete’ye yazanlar arasındaydı: Hepsine çok selam olsun.
Barışın önündeki en büyük engel, başbakan: Sivil siyasetin önünü kesiyor (seçim ve hazine yardımı barajları, birleşik oy pusulası tuzağı, 17 misli artırılan bağımsız adaylık haracı); bununla yetinmiyor, siyaset diyenlere karşı sürek avı düzenletiyor (seçmen-seçilmiş binlerce KCK tutuklusu); milletvekilliği çalıp (Hatip Dicle), Meclis’e karşı darbe de yapıyor (rehin tutulan milletvekilleri) ve bütün bunları kendi zaferi gibi görüp, işte bakın ben bunların sesini nasıl kısar, burunlarını nasıl sürterim havasına giriyor; sivil/silahsız/legal alan dahilinde kalanları tahkir ve istiskal etmek için her şeyi yapıyor; buna karşılık Öcalan’la ve/veya Kandil’le görüşmeler yapıp pazarlık ediyor, en azından böyle bir izlenim veriyor; ki, bu şekilde, muhtemelen Kürt hareketini kendi içinde parçalayabileceğini hesap ediyor; ama, bu arada çok uğursuz bir iş yapmış da oluyor, insanlara “gerek hareket içinde güçlenip yükselmek, gerekse devlet nezdinde kaale alınmak, sesini duyurmak, sözünü dinletmek istiyorsan silah kullanmak, silahlara hükmedebildiğini göstermek zorundasın; böyle olduğunu ispat et ki, seni dikkate/muhatap alayım” mesajını gönderiyor; ki, bu da doğrudan doğruya bir iç savaş kışkırtıcılığı.
Yeni Dünya Düzeni’nin patronları, insanlığı 250 yıl geriye, yani Aydınlanma’nın, insan/vatandaş kavramlarının öncesine geri çekmek isterken, piyon/ajan olarak da kendileri zaten 1.000 yıl öncesinde kalmış kabileci/dinci/mezhepçi unsurları kullanıyorlar, onların sırtını sıvazlayıp, kendilerini sonuna kadar destekleyeceklerini sanmalarını sağlıyorlar: AKP takımı “iyi şeyler olacak” deyip ‘Kürt açılımı’ kampanyasını başlatırken sanıyordu ki, ABD ve onun zoruyla da Erbil, Kandil’dekilere hayatı dar eder, en azından epey bir zor hâle getirir; kendileri de burada, mahkemesinden televizyonuna veya Meclis grup toplantılarına kadar akla geldik gelmedik her yerde çadır tiyatrosu kıvamında gösteriler düzenleyip birkaç da elma şekeri vaad ederlerse, insanların önemli bir bölümünü kendi yanlarına çekerler; ortada kalanları etkisiz kılmak için de, ayak direyen radikal unsurların üzerine en büyük şiddetle gidip kendilerine göz dağı vermek yeterdi. Kürtler arasında ‘şahin’-‘güvercin’ ayırımı işte bu bağlamda ortaya atılmak istendi; KCK mezalimi de bu doğrultuda başlatıldı.
Ben zaten söylemiştim demek, ayıp bir şey; ama, ‘açılım’ palavrasının daha ilk duyulduğu ve herkeste değişen ölçülerde de olsa belirli bir ümit ve iyimserliğin yaygın olduğu günlerden itibaren hep şunları deyip durdum; gerek etrafıma, gerekse katıldığım toplantı veya yayınlarda: Bunlar Kürtleri pek bir salak zannediyorlar; ama, baktılar ki adamların gözlerini boyayamayacaklar, “bakın biz o kadar açıldık saçıldık; ama adamlar nankör, kötü niyetli; artık ne yapalım, günah bizden gitti” deyip, Sri Lanka türü bir ‘çözüm’e yönelmenin gerekçesini kotarmanın da peşindeler.
Başbakanın, partisinin Kızılcahamam kampında DTP/BDP oylarını ‘şaibeli’ olarak niteleyip, bir bakıma gayri meşrû ilân etmesi, bu yoldaki ilk işaret fişeğiydi. Sözleşmeli erler, sınır güvenlik polisi, silah ruhsat yaşını 18’e indirip sayısını beşe çıkartma tasarısı, tahliye edilen Hizbullahçı katillerin cemaatlerine hediye edilmesi; KCK operasyonları yoğunlaştırılıp fahiş cezalara hükmedilirken, başbakanın BDP’yi hem kurum hem de kitle tabanı itibariyle topyekûn terorist ilân etmenin yanı sıra, işin içine Zerdüşt inancı gibi motifleri de katarak dinci militantizme de çiçekler göndermesi, bugün artık Silvan saldırısını bahane ederek açıkça ortaya koyduğu strateji değişikliğinin hazırlayıcı/alıştırıcı adımlarından başka bir şey değildi.

Bu noktada şunu vurgulamak gerekir: Nasıl ki 12 Eylül’ün gerçek patronları için Kürtlerin üzerine gitmek, aslında sermayenin Türkiye’nin bütünü üzerindeki egemenliğini pekiştirmek için sadece araçsal bir değere sahipti, Erdoğan için de Kürt meselesi, kendi diktatörlüğünü pekiştirip sağlama alabilmek için muhtaç olduğu silahlı gücü polis teşkilatı çerçevesinde oluşturmak, bunun için de TSK’yı tümüyle saf dışı etmek üzere kullanacağı zemin olarak bir anlam taşımaktadır.

Başka şekilde söylersek, en istikrarlı yanı ölümlü iş kazalarında gerek Dünya’da, gerekse Avrupa’da ilk üçü hiçbir zaman terk etmemesi olan bir ülkede, sırf taşeron üç-beş yüz milyonluk bir sensor masrafından kurtulacak diye ölüme gönderilen sendikasız 30 madencinin ardından, hem “ölüm bu işin kaderinde var; üstelik de, güzel öldüler (daha güzelleri kendi başlarına)” deyip, hem de halk tarafından alaşağı edilmek istemeyen bir iktidarın vaz geçemeyeceği iki şey varsa, bunlardan biri herkes için ortak bir ‘öcü’ yaratmak, diğeri de bu öcüyle mücadele edeceğim diye bütün gücü kendi elinde toplamaktır.