Rusya’nın Suriye’ye müdahalesiyle AKP’nin dış politikasının dizlerinin üzerine çöktüğünü söyleyebiliriz

Hesaplaşma zamanı yaklaşırken

> BEHLÜL ÖZKAN Yrd. Doç. Dr. Marmara Üniversitesi

Bu toprakların yetiştirdiği önde gelen bilim insanlarından Niyazi Berkes 1965 sonbaharında Arap ülkeleri gezisine çıkar. Yön dergisinde yayınlanan izlenimleri, sonrasında “İslamcılık, Ulusçuluk, Sosyalizm” başlığıyla kitaplaştırılır. Ortadoğu’da çağdaşlaşma hareketlerinin kılık-kıyafet, alfabe gibi üstyapı sorunlarıyla sınırla kalmasını eleştiren Berkes, ekonomi ve kalkınma alanında toplumun altyapısını dönüştürecek radikal reformların gerçekleştirilememesinin eksikliğini ısrarla vurgular. Berkes’e göre İngiliz ve Fransız mandası başta olmak üzere Ortadoğu’ya yönelik Batı müdahalelerinin ekonomik ve toplumsal dönüşümün gerçekleşmemesinde payı büyüktür.
Bugün iç savaşlar içindeki Ortadoğu perişan; Afganistan, Irak, Suriye ve Libya parçalanmış halde. Bu dört ülkenin de ortak özelliği, Soğuk Savaşta Batı karşıtı kampta yer almaları ve Batı’nın desteklediği Körfez monarşilerinden ayrı olarak farklı bir modernleşme süreci izlemek istemeleriydi. Berkes’in “uydurma sosyalizm” olarak nitelendirdiği, “böyle bir ideolojiye göre ülkenin yönetimini ele alacak adamların haline acırım. Ne bir ekonomik teorisi, ne bir kalkınma planı, ne bir reform tasarısı” var diyerek eleştirdiği bu rejimlerin de en az Batı kadar ülkelerinin geldiği noktada sorumlulukları var. Ancak Berkes sosyalist Arap rejimlerini bir yandan eleştirirken diğer yandan da çağdaşlaşma çabalarına olumlu bakar. Berkes’in 1960’ların Suriye’sini “dirilme çabaları içindeki bir toplumun çırpınmalarının tutarsızlıklarla dolu hali” şeklinde tanımlamasının üzerinden yarım asır geçti. Arap ülkelerine boğuştukları sorunları aşmaları için ne kadar imkân tanındı sorusu bugün tüm çıplaklığıyla karşımızda duruyor.

Soğuk Savaşta Batının İsrail-Filistin sorununda takındığı ikiyüzlülük, Cezayir’in Fransız sömürgeciliğine karşı yürüttüğü bağımsızlık mücadelesine sırtını dönmesi, sol ve laik hareketlere karşı Suudi Arabistan liderliğinde İslamcı akımları desteklemesi, Irak-İran savaşında her iki tarafa da silah satarak barışın değil savaşın devamında ısrarını bir kenara bırakalım ve son 15 yıla bakalım. Afganistan, Irak ve Libya’nın Batının işgal ve bombalamalarıyla çökertilmesinin hesabını kim, nasıl verecek?

2011 sonrasında Suriye’de yaşananlar yukarıdaki tablonun devamı niteliğinde: Reform talebiyle başlayan gösterilerin şiddet kullanılarak bastırılması, ardından Türkiye ve Körfez ülkelerinin öncülüğünde muhalefetin silahlandırılarak iç savaşın önünün açılması. AKP iktidarına göre, kadınların araba kullanmasının yasak olduğu Suudi Arabistan ile birlikte muhalefeti silahlandırmak, Suriye’ye demokrasi götürmenin yegâne yoluydu. Çok geçmeden Davutoğlu’nun Suriye’den Tunus’a kadar uzanan hatta İhvan kuşağı kurma, Erdoğan’ın bunun liderliğini yapma hayalleri Suudi krallığının paranoyalarıyla çatışmaya başladı. Riyad’ın kendi İslami sistemine rakip olarak gördüğü İhvan partilerinden desteğini çekip Selefi radikal örgütlere yönelmesi, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye arasında yaşanan balayının sona erdiği anlamına geliyordu. Ardından AKP’nin askeri müdahale ve uçuşa yasak bölge diye ABD’ye adeta yalvarması, ABD’den “başınızın çaresine bakın ben yokum” cevabı alınca Kaide’nin Suriye kolu Nusrayla ve onlarca radikal cihatçı örgütle birlikte Halep’in fethine kalkışması, bu da sonuçsuz kalınca Batı’nın Siyasal İslam’a yüzünü dönmesinin intikamını yüzbinlerce mültecinin Avrupa’ya göçü üzerinden almaya çalışarak ahlaken dibe vurması.
Yaşanan tüm bu ilkesizliklerin ardından Rusya’nın Suriye’ye müdahalesiyle AKP’nin dış politikasının dizlerinin üzerine çöktüğünü söyleyebiliriz. Erdoğan’ın hakkında ortaya saçılan uluslararası çapta yolsuzluk iddiaları ve otoriterleşme nedeniyle Batılı müttefikleriyle arasında uzun zamandır soğuk rüzgârlar esmekte. Artık hiçbir Batılı liderler mecbur olmadıkça Erdoğan’la aynı karede fotoğraf vermek istemiyor. Bu kıskaçtan kurtulmak isteyen Erdoğan’ın Putin’e “bizi Şangay Beşlisi içine alın. Biz de AB’ye allahaısmarladık diyelim” dediğini, Davutoğlu’nun Türkiye’yi Şanghay Beşlisiyle “kader birliği” içinde gördüğünü biliyoruz. Rusya ile kurulan yakın ilişkilerin pek bilinmeyen yönüyse, Putin ve Erdoğan liderliğinde ahbap çavuş kapitalizmi içinde gerçekleşen milyarlarca dolarlık yatırımlar. Dünyanın en büyük doğalgaz ihracatçısı Rusya’nın Almanya’dan sonra en büyük müşterisi Türkiye. Doğalgazda %57 oranında Rusya’ya bağımlı Türkiye’nin Cumhurbaşkanı Erdoğan, 20 milyar dolarlık Akkuyu nükleer santral ihalesini de Ruslara vererek ülkesini Moskova’ya biraz daha bağımlı hale getirdi. Bu jesti karşılıksız bırakmayan Putin, Akkuyu’nun inşaat ihalesini; havuz medyasının ortaklarından, 3. Havaalanı gibi dev kamu ihalelerinin gediklilerinden AKP’ye yakın Cengiz İnşaata verdi. Aksaray’ı inşa eden Rönesans İnşaat’ın Rusya’da faaliyet gösteren en büyük inşaat şirketi olması ve Putin döneminde Soçi Olimpiyatları da dâhil olmak üzere milyarlarca dolarlık ihaleyi almasını da buna ekleyin.
Enerji ve inşaat alanında kurulan “kader birliği” son dönemde camii inşaatı diplomasisiyle devam ediyor. Moskova’da açılışına Erdoğan’ın katıldığı ve Putin’e en yakın oligarklardan biri olan Süleyman Kerimov tarafından finanse edilen camiinin de, Rusya’nın ilhak ettiği Kırım’da masraflarını Türkiye Diyanet’inin karşıladığı camiinin de inşaatını Türk şirketleri üstlendi.

Erdoğan, Putin ile oynadığı al gülüm ver gülüm oyununun kurallarının Kremlin tarafından belirlendiğini Rusya’nın Suriye operasyonuyla bir kez daha gördü. Bir kez daha diyorum çünkü 2008’de Gürcistan’da, 2014’te Ukrayna’da yaşanan Rusya’nın askeri müdahaleleri yine Erdoğan tarafından sessizce kabullenilmişti. Ancak Moskova ve Ankara ilk kez eski Sovyet coğrafyası dışında bir bölgede, Suriye’de karşı karşıyalar. 2011 sonrasında Nijerya’dan Libya’ya, Yemen’den Suriye’ye kadar uzanan geniş bir coğrafyada Ankara’nın devlet dışı silahlı aktörler ve radikal örgütlerle yakın ilişkiler kurduğu biliniyor. Putin Birleşmiş Milletlerde yaptığı son konuşmada, Esad ve PYD dışında Suriye’de bulunan Türkiye’nin desteklediği muhalifler de dâhil olmak üzere tüm silahlı örgütleri “terörist” ilan ederek bombalamaya başladı. Kısaca Kremlin AKP’nin pan-islamcı dış politikasına Suriye’de açıktan meydan okudu. Bunun önde gelen nedeni 20 milyon Müslüman asıllı Rus vatandaşının da lideri olan Putin’in, AKP’nin pan-islamcı vizyonunun gelecekte Rusya’nın Kafkasya ve Orta Asya’da başına bela olacağını düşünmesi. Radikal İslamcı örgütler 1980’lerde Afganistan ve 1990’larda Çeçenistan’da Rusya’nın bir numaralı sorunuydu. 1999’da Putin Yeltsin’in Cumhurbaşkanlığı koltuğuna atandığında, Rusya yıllardır Çeçenistan’da savaşıyordu. Çeçenistan’a savaş uçağıyla giden Putin’in 2000 yılındaki başkanlık seçimlerini kazanmasında Kafkasya’daki radikal örgütlere karşı takındığı şahin tutumu önemli rol oynadı. Bugün Suriye’de muhalifler ve IŞİD saflarında Esad rejimine karşı savaşan 2000’den fazla Rus vatandaşı var. Kremlin’in en büyük endişesi Suriye’de üslenen Rus vatandaşı cihatçıların bir gün tekrar savaşmak ve şehirlerde bombalama eylemleri düzenlemek için Rusya’ya dönecek olması. Suriye muhalefetinin ve IŞİD’ın hava gücü olmadığı düşünüldüğünde, Rusya Suriye’ye karadan havaya füzeler yerleştirerek ve yine yabancı ülkelerin savaş uçaklarına karşı kullanabileceği avcı uçaklarını Lazkiye’ye göndererek Türkiye’yi hedef alabileceğini gösterdi. Bu hamle uluslararası ilişkilerde, petrol ve doğalgaz zengini, gelişmiş silah sanayisine sahip bir küresel gücün lideri olarak Putin’in, orta ölçekli bir ülkenin Cumhurbaşkanı olarak Erdoğan’ı Suriye sınırını geçmemesi için açıkça uyarması anlamına geliyor.

Bir yandan Ortadoğu’da radikal İslamcı grupları destekleyen, kendisini İslam ümmetinin lideri olarak gören; diğer yandan Rusya ile milyarlarca dolarlık ihaleler bağlayarak Şanghay Beşlisiyle flört eden, “İran’da kendimizi ikinci evimizde hissediyoruz” diyen, 2003’te Wall Street Journal gazetesinde ABD’ye “Ülkem sizin sadık müttefikiniz ve dostunuzdur” başlığıyla makale yazan Erdoğan’ın liderliğinde, Davutoğlu’nun teorisyenliğinde, ilkelerini şark kurnazlığının belirlediği dış politikanın sonuna yaklaşıyoruz. Ancak hesaplaşılması gereken sadece Türkiye’nin çöken dış politikası değil. Tıpkı Avrupa’nın İkinci Dünya Savaşı’nda 36 milyon insanın ölümünden sorumlu totaliter düşünceyi 1945 sonrası mahkûm etmesi gibi, Ortadoğu’nun da yarım asırdan uzun bir süredir dini siyasi amaçlarına alet ederek bütün kutsal değerleri ayaklar altına almaktan çekinmeyen, bölge halklarını Ortaçağ zihniyetine hapseden zihniyet ve iktidar yapısıyla mücadele ederek hesaplaşması gerekiyor.

1920’lerde temelleri atılan, Soğuk Savaş döneminde Batı’nın da desteğiyle güçlenen Siyasal İslam, artık Ortadoğu halklarına gözyaşı ve kandan başka bir şey vaat etmiyor. Bir yanda Suudi Arabistan ve Selefiliğin liderliğinde IŞİD’le bölgeyi yakıp yıkan totaliter zihniyet, diğer yanda yolsuzluklara batmış İhvancılık. Belki burada da bize Berkes yol gösterebilir: “Bir toplumda değişme zorunlukları ortaya çıkınca, bilerek bilmeyerek ya da isteyerek istemeyerek, çağdaşlaşmaya doğru bir yönelme başlayınca, o zamana dek açıkça din şemsiyesinin altına girmemiş birçok işler, değişme yağmuru karşısında, bu şemsiyenin altında toplanmaya başlar… Demek ki, ‘çağdaşlaşma’ ile ‘dinselleşme’ birbirleriyle aşağı yukarı çağdaştırlar. Dinselleşme, çağdaşlaşmaya karşı, kaplumbağanın kabuğuna çekilmesi gibi bir korunma çabasıdır.” Yolsuzluk ve baskıcı düzeni dinselleşmeyle ambalajlayan çağdışı otoriter anlayışla hesaplaşmaktan kaçılamayacağı aşikâr. Şimdiden öngöremediğimiz, uzun yıllar sürecek bu hesaplaşmanın 1945 sonrasında Nürnberg’dekine benzer mahkemeler üzerinden mi yoksa başka yollardan mı görüleceği.